Şurada Darwin’in kaynakları ele alınmış, Adam Smith’in ekonomiye dair görüşlerinden esinlenerek teorisini geliştiren Darwin’den esinlenerek teorisini geliştiren Ernst Haeckel’den esinlenerek kuramlarını geliştiren Jung’a geliyoruz. Gerçi sırf Haeckel’den esinlenmiyor, esinlenen sırf kendisi de değil, eşi Emma’nın tahlilleriyle de açılıyor zihni, biyolojik kopyalanmanın bir benzerini psikolojik kopyalanma fikrinde de buluyor, Pilgrim’ın günlüklerinden yola çıkarak arketipleri keşfediyor ve Freud’dan kopuşunu hızlandırıyor. 1912’den 1914’e uzanıyoruz, iki yıllık zaman aralığında görüşlerini geliştiriyor Jung, Pilgrim’ın geleceğe uzanıp canlandırdığı sahnelerden sırf geriye gidişi göz önüne almaması gerektiğini fark ediyor, geleceği de uzgörü yoluyla okuyabilir, Pilgrim’ın “inanmadığı” yaşam(lar)ına baktığında tekrarlanan dizgeleri kuramına oturtabilir. Emma bilinmeyen bir tanrıya sungular yetirirken Jung sadece kendi dehasına güvenir, gerçek olamayacak kadar uçuk bir hikâye anlatan “deli”yle durmadan çekişir bu yüzden, adamın doktoru olmak için katakulli çevirmez de hamiden icazet alır, hastanenin kıdemli doktorlarından birini saf dışı bırakır, sonra mantığının yavaş yavaş çöktüğünü dehşetle fark eder. Her “misafir” kendi gerçekliği içinde yaşamaktadır, Ay’dan gelen kadını gerçekten geldiği yönünde teşvik edip o hakikat boyutunda tedavi etmekten başka bir yol düşünmez Jung, doğru tedavi şekli odur ama Pilgrim söz konusuysa o güne kadar geliştirdiği tüm temellerin sarsılmaması mümkün değildir. Günlüklerde öyle hikâyeler anlatılır ki -Jung halihazırda zaten okumuştur sanat tarihi alanında eserler veren Pilgrim’ı, Leonardo da Vinci’yle ilgili metninden oldukça etkilenmiş hatta bazı ayrıntılardan ötürü yazarın o zamanlara “şahit olduğunu” bile düşünmüştür- yüzyılları birbirine bağlayan bilinç fikri ister istemez doğar Jung’un zihninde, ne ki inanılası değildir. Dünya daha küçüktür o zaman, Emma’yla evliliğinden, hastanedeki işinden ibarettir, Jung değişimin hemen berisinde olduğunun farkındadır ama açıklayamayacağı hiçbir şeyi kabullenmeye yanaşmaz. Mistisizmi doğmuştur, Freud’u baba bilerek eşlikçiliği keyifle sürdürür ve kuramları bir noktaya kadar destekler ama iç sesini dinlemeye başlar başlamaz kopuş hızlanır. Keşke o kısımları da görebilseydik diyeceğim, Findley zaten o kadar geniş tutmuş ki hikâyeleri -küçücük puntoyla beş yüz sayfa- gerçekten aşırıya kaçarmış artık, o da eksik kalsın. Ne kalmasın, ABD’den gelen Menken’in hocası William James’ten getirdiği pragmatizmiyle ortamlarda dolanmasının etkisi, Pilgrim’ı İngiltere’den getirip İsviçre’deki hastaneye yatıran Sybil Quartermaine’in Henry James’le münasebeti, yani o kadar çok yan hikâye var ki dolup taşıyor metin, dönemin entelektüel ortamlarında pıtır pıtır patlayan fikirlerin bilimlerle sanatları nasıl fişeklediğini görüyoruz, dâhilerle dâhi rolü yapanların çatışmalarına şahit oluyoruz, romanın bir izleği bu. Diğerinde acayip bir işçilik var, Findley günlükler vasıtasıyla bizi Rönesans’ın kalbine ateşliyor, oradan Truva’nın kan göllerine, sonra Tanrı’nın mucizelerine kısmen iştirak eden bir melek meşreplinin dünya güzeli ama sakat bir çobanı iyi edememesinin acısına. Her hikâyenin ana çizgiyle bağı var, örneğin çobanın iyileşmesi o güzelliği öldürebilecekse Pilgrim’ın şahitliği boşa çıkacak, adam onca çağa şahitlik etmesinin ilahî bir nedeni olduğunu düşünüyor da güzelliğin peşinde koşuyor sanki, dolayısıyla Tanrı’nın yarım mucizelerinden bir Tanrı fikri çıkaramıyor da yarımlıkta buluyor olağanüstülüğü. Leonardo da Vinci bir erkeğin peşinde koştururken -ne tasvirler, ne atmosfer ama, muhteşem bir detaycılık, linç edilen insanların anlatımını Leo’nun haşin kişiliğine bağlamak acayip iş- sanatını icra etme amacını da güdüyor, model olarak tuttuğu adamın pantolonunu indirince karşılaştığı manzaradan ötürü uğradığı hayal kırıklığı yüzünden bozulmuyor planı. Findley şöyle bir şalala koyuyor ortaya, Lady Quartermaine uzun süre düşünüp taşındıktan sonra günlükleri nihayet Jung’a veriyor, Jung ilk günlüğü okumaya başladığında anlatıcının üçüncü tekilliğini kabulleniyor hemen, sonra şahitlik giriyor devreye, metin ve Jung tepetaklak. Nasıl, anlatıcı da mı oradaydı, en başından beri izliyor muydu olan biteni? Kabul etmiyor Jung, Pilgrim için o bir günlükse de aslında öykü, iyi kurulmuş bir anlatıdan fazlası değil. Fazlası olabilir, anlatıcı kadın, ikiziyle kıyafetlerini değiştirdiklerinden, haliyle cinsiyetlerini de değiştirdiklerinden bahsediyor ilerleyen bölümlerde, kardeş öldükten sonra erkek kılığına girmeye devam etmiş kadın, ta ki adamımızla karşılaşana kadar. Pantolon inince hayal kırıklığına uğruyor Leonardo da Vinci, kadından hikâyeyi öğreniyor ve ortalığı kana buluyor resmen, kadına tecavüz ettikten sonra en ünlü eserini yapıyor. Güzelliğin, estetiğin ardındaki acı bu yarımlıktan. Pilgrim ne yapacak, sonunun geldiğini düşünmeye başlar başlamaz -anlatı karmakarışık, yüz seksen beş bin tane ok çıkardım, not aldım, dikkatli okur kilit noktaları kaçırmayacaktır da iliştireyim şuraya: Quartermaine’in konuştuğu iki “güzel” insanı görür Jung, kim olduklarını merak eder, kadın o konuşmadan sonra günlüğün geri kalanını da Jung’a emanet eder ve mektup vasıtasıyla vedalaşır doktorla, Pilgrim’a da bir mektup bırakmıştır, adamımız öğrenir o iki güzelliğin ziyaretini ve Quartermaine’in çığ altında kalıp öldükten sonra sırada neyin olduğunu, kendisini neyin beklediğini tahmin eder, Jung’la atışıp takıştığı için taburcu edilmeyeceğini bildiğinden Quartermaine’in uşağının kurduğu plana uymaktan başka çaresi yoktur- hastaneden kaçar, doğruca Paris’e. Findley’nin matrak bir sonsözü var, birileri hangi karakterlerin gerçek kişiler olduklarını sormuş da açıklamış Findley, Pilgrim’ın uşağıyla birlikte işbirliği yapıp Mona Lisa‘yı çalması yönünde manipüle ettikleri müze çalışanı Peruggia gerçekten de çalmış tabloyu, yatağının altında saklamış falan. Bu bölüm başlı başına bir roman olabilirmiş, o kadar esaslı ve forma uygun, gerçi bunu Xavier Mauméjean nam yazar yaptı Kafka Paris‘te‘de. Max Brod’la Kafka bir gün Paris’e giderler, Apollinaire’le karşılaşıp tabloyu aşorma numaralarına dahil olurlar filan, iyi romandı o da. Neyse, Pilgrim’ın zamanı boydan boya aşan ruhu kadın bedenine de girmiştir, günlükteki anlatıcının kadınlığı oradan. Ruhun çift cinsiyetliliğine de dokunmuş oluyor böylece mevzu, arketipler için son ortak ata belki, ötesinde ne olduğu şüpheli. Gerçi bu kadar şey var ama hikâyenin nasıl başladığını anlatmadım, anlatıp bitiriyorum, toparlamayı beceremeyip darmadağın bırakıyorum romanı. Geçtiğimiz yüzyılın büyük romanlarını düşününce, eh, Rushdie’nin devasa romanlarını da anlatamıyorum ben, aslında büyük romanları karman çorman etmeyi seviyorum, bu yüzden.
Pilgrim yaşına bakmadan -biz bakarsak aşağı yukarı yetmiş, tabii o bedende- sandalyenin üzerine çıkar, ilmeği boynundan geçirir, sandalyeyi devirir. Lady Quartermaine, uşaklar -her bir uşağın hikâyesi ayrı ayrı anlatılır, ölümlerden sonra bazıları sahneden çekilir, hastanede çalışan Kessel hariç- koşturur, ağlaşırlar, birkaç saat sonra bakarlar ki Pilgrim nefes alıyor. Mümkün değil. Quartermaine nasıl mümkün olduğunu biliyor aslında, adamın ölümsüzlüğüne dair fikri var ama inancı sağlam değil, dolayısıyla İsviçre’deki hastanede tedavi altına alınırsa belki düzelir Pilgrim, intihar etmekten vazgeçer. Oysa ölmek ister adamımız, yeterince yaşamış, acı çekmiştir, bir türlü ölemediği için daha fazla acı çekmek istemez. Ölümsüzlüğüne dair bölümler çok kısa, bir The Man from Earth çıkmıyor yani, zaten olay yaşam döngülerinin kuramlara sığıp sığmayacağında. Jung ve Pilgrim arasında yüksek tansiyonlu bir ilişki başlar, biri ne yaşadığını anlatmaya çalışırken -başta konuşamayacaktır Pilgrim, ağzından tek kelime çıkmaz, konuşmaya başladığı kısımlar ayrı hikâyeler halindedir- diğeri anlatılanı inkâr etmekle meşguldür. Sonuçta ikisi de başladıkları noktadan bambaşka yerlerde noktalarlar ilişkilerini, değişirler, çakışmalarından doğan kıvılcımdan ikisi de etkilenir.
Büyük roman, ilgilisi kaçırmasın.
Cevap yaz