Anlatılan zamanla anlatı zamanının makası açıldıkça çocuğun sesini yakalamak zorlaşıyor, deneyimin doldurmaya başladığı dünyada bir zamanlar gedik açılmış da yıllarla büyümüş sanki, yetişkinlik büyüyü yitirmeye de yol açmıyor ama kalıplar oturduktan sonra büyüye yer kalmıyor diyelim. İstisnaları var, Kendine Ait Bir Hayat‘ta Milner yaşamdan keyif aldığı anları çocuksu keşiflerle denklediği sıra el yordamıyla ilerlerken Piaget’nin “benmerkezcilik” kavramından haberdar oluyor, pedagojik bir sürecin özellikleri sırf o zamansallığa ait değil sonuçta, animistik düşüncenin belli bir yaştan sonra kaybolduğunu söylemek zor mesela, yetişkinlik bütün o bilişsel çıktıları eser miktarda da olsa taşıyabilir. Diğer mevzu, Ölümsüzlük ve Pilgrim nam acayip bir roman okuyorum şimdi, Emma tam da o sıra Freud’dan kavga dövüş ayrılmasının sıkıntılarını yaşayan eşi Jung’u düşünürken çocuksuluğun dehayla ilişkisini düşünüyor, karşılaştığı her şeye merakla yaklaşan Jung için evirip çevirebileceği, inceleyebileceği bir olgu, nesne, zımbırtı varsa icat çıkar oradan, boşluğa yeni veriler yerleşir, hayali kurulan yapılar form kazanır da bir teorinin, etiğin bolaran yerine oturuverir. Sürer çocukluk yani, kaskatı dünyayı yumuşatır, hiç kıpırdamazmış gibi görünen kalıpları oynatıverir, kadirdir bunlara. Öyküye bağlayacağım buradan, anlatıcı bir çocuk bedeninden çıkan yetişkin sesiyle anlatıyor olup biteni, bu durumda acı bir ayrılığın budanmış haliyle karşılaşmak olası ki keşiflerden uzak bir hikâyeyi biçimlemekten de fazlasını bulamayacağımızı can sıkıntısıyla düşünebiliriz. Ama: geyiklerin öyküye zıpladığı noktada parlak bir ışık yanıyor, anlatının çehresi değişiveriyor birden, her noktada alttan alta kendini hissettiren büyü parlayıveriyor. İstanbul’da üçüncü ve son gece, anlatıcı anneannesiyle Afyon’a dönecek, Çay diye bir yere, dededen kalan dul maaşıyla geçiniyorlar, anne Almanya’ya dönecek, kaldıkları evin sahibi eşinin Dışişleri’ndeki işinden dolayı çok gezmiş, anneye çok şanslı olduğunu söylüyor, Almanya gibi memleket yokmuş. Bir paragrafta, ilk paragrafta fırtına gibi yağdı bilgi topakları, hikâyenin yiyip yemeyeceğinden kuşkuya düşmek doğal. Yiyor ama, ikinci paragraftan itibaren bütün bu ilişkiler, kaygılar açılıyor, tam da boyuta uygun üstelik. Ev bir sürü eşyayla dolu, anne uyarmış, çocuk eşyalara dokunmamalı yoksa Mihriban Hanım’ın gadrine uğrarlar. Uslu çocuk dokunmuyor, annesiyle koyun koyuna uykuya dalacakken bir hareket, anne kalkıyor, anneanneyle fısır fısır bir şeyler konuşmaya başlıyor. Boşansın, adamdan hayır gelmeyeceğini söylemiş anneanne, Almanya’ya gidince iyice bozulan baba vurdumduymazmış, akılsızmış. Anne iş bulursa tamam, çocuğa daha iyi bakabilir. Çocuk duyuyor konuşulanları, gözlerine yaşlar doluyor, büyüyüp annesine bakabilmeyi istiyor. Yetişkinliğin sesinden kopamamanın bir nedeni de bu değil mi, öğrenemiyoruz ama yıllar sonra anlattığı hikâyede zaferin tınısı da var, özellikle finali düşününce: sabah uyanır çocuk, yanı boştur, annesi haber vermeden gitmiştir. Gözlere mukayyet olmak o an, gündelik yaşamın sürerliğine ayak uydurup adanmak bir hayale, çocuğun yetişkinliğe adım attığı andır, çocuğun hep çocuk olarak kalacağını anladığı andır. Gece sessizce ağlarken anneye fark ettirmemeye çalışmak üzüntüyü, sonra annenin isyan edip kendini bırakıvermesi, birlikte ağlamalarıyla dalınan uykuda kilimlerdeki motiflerin, geyiklerin meydana çıkması, sevinci canlandırmaları, geyiklerin aileyi bir arada tutmaları ömür boyunca taşınacak bir iz, hatta iki oluş arasındaki açık kapı diyebiliriz. Böyle kapıları acı veriyorsa kaparız, mucizeyi dışarıda bırakmış oluruz ama her şeye rağmen, yani elekten geçmemiş -acıdan sıyrılmamış- düşün, yaşantının, epifanın coşkunluğunu, aşkınlığını unutmak istemiyorsak, o zaman ne bastırırız ne gömeriz derinlere, o açıklıkta kederli mutluluğu buluruz, bilincimiz yaşamımızı boydan boya dolanır yaraların tekrar açılması pahasına, zira kederden ayrışan mutluluk da mutluluk değildir pek. Anneyle babayı düşünüyorum bu öykü bağlamında, ikisi de çocuğun acısı ve mutluluğu. Düşten manzara: “Ben bir su damlası gibiyim annemin yanında. Dereden kopup havaya sıçrayan haşarı bir su damlasıyım. Güçlü, neşeli, yok edilemez bir su damlasıyım. Durmadan akan derenin ve durmadan değişen annemin bir parçasıyım. Onlardan kopan ama onlardan bağımsız bir damla…” (s. 12) Düşselliğin sosyal bağları biçimlemesidir, çocuklukla yetişkinlik arasındaki geçişlerin dört dörtlük kaydıdır bu öykü.
“03 Nöbeti” başka bir şey düşündürdü, öyküde anlatılan zaman aralığından uzaklaştıkça okurun olayları anlaması zorlaşacak, yüz elli yıl önceki öykülere nasıl dipnotlar düşülüyorsa -tulumbacılarla ilgili bir öykü diyelim, İstanbul’un yangın kulelerini, serseri tayfadan seçilen tulumbacıların eğitimini falan ayrıca anlatmak gerekir ki hikâyenin anlaşılabilirliği sağlansın- Duruel’in bu öyküsünün de açıklamalara ihtiyacı olacak. Saliha’nın gece nöbetinden çıktığını görüyoruz, trene biniyor, Sirkeci’den Yeşilköy’e. Vagona dört tip biniyor, kimse kendisiyle muhatap olmasın istiyor Saliha, on dört saatlik mesai canına okumuş, liseyi bitirinceye dek ailesinden isteyemediği topuklu ayakkabılarına bakıyor. Sonraki paragrafta geriye dönüyoruz, vagonda bıraktığımız Saliha’yı tekrar vagonda bulana kadar işyerindeki sosyal yaşamı, işin zorluklarını göreceğiz. 03 masası salonun orta yerinde, her yer santral dolu, işe başladığı zaman başı dönüyor Saliha’nın. Buyursunlar, şehirlerarası, İzmit bağlanır da acele yarım saat, normal bir buçuk saat bekliyor. Bazıları arıyor, sarkıntılık ediyor, bazen başka santral salça oluyor da evlenenler var öyle, teklifi kabul edeni kutluyorlar, kadınlar şenleniyorlar, acayip bir karmaşa. “Başı sonu belirsiz uğultu içinde yalnız işleyen eller, açılıp kapanan ağızlar, yanıp sönen ampuller ve fişler vardı. Zamanın, bulunduğu yerin, kişiliğinin boyutları silinip gitmişti. Bir bedeni olduğunu, bir bilinci olduğunu kanıtlayan tek şey boynundaki ağrıyı duymasıydı.” (s. 15) Üst katta yatakhane var gececiler için de ortam çok havasız, koğuşu andırıyor, Saliha’nın uyuyabileceği bir yer değil, o yüzden sabahın köründe tren faslı. Karakterin kişiliğini yitirip yeniden kazanmasının, okuma çabalarının, geçim derdinin arasında işin çarkları arasında öğütülmesinin hikâyesi bu, manzaralar arasında yumuşak geçişlerle. Diğer kitabındaki öykülerde de vardı benzer biçem, Duruel bir kanal açıp da anlatıyı sınırları belli o kanaldan yürütmüyor, sonu sezdirmiyor, başlangıca dair yüzeyde bir değişim yok, karakterlerin iç dünyalarındaki salınımlar bozmuyor pürüzsüzlüğü zira serbest dolaylı anlatıcının kendi sesiyle karakterin iç sesi arasında kurduğu denge, benzerlik çok başarılı, ani zıplamalar yok, kararında her şey. İç monologlarda zorlayıcı bir iki bölüm var, Saliha’nın inceliğini düşününce oturuyor, mesela fakültede üst sınıfın aşağılamalarına şahit olduğu için yaşamını o bağlamda ele alıyor, bağışlamayacağı şeylerin listesini yapmaya başlıyor, Anadolu’dan gelen arkadaşların arkasından gülmeyi, Tahtakale’nin korkulu yollarını, küfürleri, hamallara kırk kat yük taşıtan, çocuklara çöplüklerde yiyecek aratan nedenleri bağışlayamaz. Erilliğin çiğliğini bağışlayamaz, mücadele eder ona karşı: “‘Bende öyle bir güç olmalı ki en kötü yapılı erkeklerden oluşmuş bir ordunun içine girip dostluğu öğretmeliyim, türkülerdeki sevdaları öğretmeliyim. Beni dinleyip haklı bu küçük kız demeliler, kimse kimseye sövgüyle yanaşmamalı.’” (s. 22)
“Ölüm Aralarında Kaldı” için çok öznel bir şey söyleyebilirim, kadınla erkeğin arasındaki mesafeyi bu kadar iyi anlatan pek az öykü okumuşumdur. Emma’ya döneceğim yine, Jung’un sadakatsizliğini öğrendikten sonra düşünüyor: milyarlarca insanın arasındaki mesafede uğuldayan boşluk. Öykü bunun üzerine, bunun biçimleri. “Fırıncı Şükriye”, “Zaman Aralığında”, “Nereye”, diğer öyküler, hepsi farklı seslerle yazılmış, biricik seslerle. On numara beş yıldız öyküler, şiddetle tavsiye ediyorum.
Cevap yaz