Suzan Samancı – Reçine Kokuyordu Helin

Kötü öyküler, mükerrer öyküler, atölyeden fırlamışçasına formül öyküler. Yavuz Ekinci’nin öyküleri bile daha iyi, öyle diyeyim, en azından öyküyü evirip çevirip öyküler türetmiyor Ekinci, farklı kötülük düzeylerinde öyküleri, Samancı’nın öyküleriyse aynı düzeyde kötü çünkü aynı öyküler. Baştan sona okumaya gerek yok, ilk öyküyü okuyup kitabı aldığımız yere bırakmamız yeterli. Önce formülü vereyim, sonra öykülere bakalım: ilk aşamada betimlemeler, Doğu’nun kırsalından, köyünden manzaralar gelsin. Sabahın ılık serinliğinde(?) şafak söküyor, morumsu sis içinde yükseliyor dağlar, puslu ırmağın ötesinde dam saçakları, kuyu çıkrığının sesi, doru taylar yelelerini savura savura meydan okurcasına(?) kişniyorlar falan, böyle bir sürü şey oluyor doğada, anlatıcı eğretilemelerle çakıştırıyor bunları, belli ki çok acayip görüntüler sergilemek istiyor ama nasıl bir karşılığı olacak bunların, yani bu betimlemelerin dünya iyice görselliğe boğulmadan önce bir anlamı, işlevi vardı, şimdi bir tıkla istediğimiz atmosfere, manzaraya erişebildiğimiz, üstelik aklımızda muhtemelen bir şema da olduğu için metne edebî atak geçirtmekten başka hiçbir şeye yaramıyor betimlemeler. Gerçi öykülerin 1990’ların başında yazıldığını düşünürsek tamam, makul ama ayar kaçık, o kadar alengirli ki gösterilen mekân, karakterler basitlikleriyle dolduramıyor ortamı. Bir yanda çılgıncasına dans eden dil var betimleme esnasında, diğer yanda kıçını kaşıyan karakterler, olmuyor yani. Anlatıcının mesafelenmesi de falsolu, şimdi dünyayı öyle kurduktan sonra karaktere kıç kaşıtamazsın, e ama dümdüz köylüyü anlatıyorsun, ne yapacaksın, dengelemek için onu da en azından yaklaştırman lazım betimleme esnasındaki seviyeye de doldurmamışsın karakteri. Astronotu denizaltına sokuyorsun, olmuyor. Benzer kalıpları kullanıyorsun, tekrara düşüyorsun öykülerde, karakter değil de tip yaratıyorsun sanki, Diyarbakır’ı farklı seslerle doldurmuyorsun, sıkıyorsun okuru, olmuyor. Her öyküden bir helikopter geçiyor, uçak geçiyor, evet, Ömer Polat’ın dediği gibi Batı’nın çocukları uçan bir şey gördüklerinde sevinçten kafayı yerler, peşinden koşarlar makinenin, Doğu’nunkilerse hemen saklanacak bir yer ararlar, bunu anlatıyorsun ama bir tür oyuna çevirmiyorsun bu geçişleri, sadece bir ses kaynağı olarak yerleştiriyorsun, karakterlerin tepkilerini göstermiyorsun, sadece rahatsız olduklarını söylüyorsun ama bunu on küsur öyküde aynı biçimle aktarıyorsun, olmuyor. Veriyorsun acıyı, karakterler ya sokak ortasında vuruluyorlar, ya dağlarda ölüyorlar, ya hapse atılıyorlar, ya yoksulluktan dert sahibi oluyorlar ama ne derinleştiriyorsun çaresizliği, ne doğru düzgün bir son biçiyorsun öykülere, ne başlangıçta doğaya boğmaktan başka bir şey yapıyorsun, kısacası öykünün, edebiyatın, estetiğin hiçbir ögesini gözetmiyorsun, anlatıp bitiriyorsun, olmuyor. “Liseli Sığırtmaç”ta yukarıda bahsettiğim mor dağ, kuyu çıkrığı var, sonra Genco yataktan kalkmak istemiyor ama başıboş sürü bekliyor genci, anası da iteleyince çocuk kalkıyor, yola düşüyor. Biraz daha tasvir, hamarat kızlar kösnülü yürüyüşleriyle gönençli jestlerini sunuyor, erkekler duvar diplerinde kaykık vaziyetleriyle tütün sararak bilmem ne halt ediyorlar, sıkıntıdan kafama sıkacağım biraz sonra. İki kitap almış yanına Genco, çalışıp üniversiteye gidecek, ailesini kurtaracak oradan. Samancı’nın öykülerinde ya okumak isteyen ya zorluklarla okumuş karakter çok, bağ bahçe işlerinin arasında çalışıp başarılı olmuş çocuklar, genellikle memuriyete geçiyorlar. Genco da geçecek herhalde, hayvanları otlatırken anımsıyor gördüğü düşü: “Tutuklanan ağabeyi ile köylüler geliyordu elleri kelepçeli… Suçsuz olduklarını söylediklerinde beraat kararı veriyordu. Alkışlar yükseliyor, gökyüzünde kuşlar kanat çırpıyor, parlayan asfaltta taşıtlar ilerlerken yeşilliklerin içine gömülü kırmızı çatılı köy evlerinden türküler yükseliyor:; sonra burgu gibi bir rüzgârla birlikte deprem gibi bir şey oluyor, gökyüzünden dolu biçiminde ateşler yağıyordu.” (s. 8) Aklından Pasarofça, Karlofça geçiyor Genco’nun, dersini ediyor ezber, üzerinden helikopterlerle uçaklar geçince hemen eve koşturuyor. Bakıyor ki köyü askerler basmış, milleti evlerinden çıkarıp tekme tokat dövüyorlar. Amcasının kanlı yüzüne bakıyor Genco, uzaklardan silah sesleri geliyor, on beşlik bir kadın korkudan ilk çocuğunu doğuruyor. Dank, bitti öykü. Ayarı kaçık olunca başka türlü olmuyor, başladığı gibi tasvirle bitiyor. Çok basit, çok sıradan, asgari öyküye erebilmiş neyse ki. “Asiye”de hava toz ve asfalt kokuyor, basık toprak damlı evler derin bir sessizlik içinde, sokakta koşturan çocuklar altlarına sıçıyorlar filan, gölgelikte öğle ajansını dinleyen erkekler Asiye’yle Zahit’in otobüse bindiklerini görüyorlar, fısır fısır konuşmaya başlıyorlar. İkisi de üzüntü içinde, Zahit’in önceki yıl kardeşi öldüğünde yıkıldığını görmüş Asiye, ikinci bir acıyı kaldırmak için o kadar güçlü mü bilmiyor. Otobüsün önünü kesiyor askerler, kimlik kontrolü yapıyorlar, neredeyse tartaklayacaklar insanları. Mehmet’i görmek için büyük çile çekiyorlar ama tek çocukları Mehmet, gelin evde yatak döşek, üzüntüden çıldıracaklar neredeyse. Üçüncü gün o, Mehmet üç gün önce iki gazeteciyle birlikte etrafta dolanmış, onlarla birlikte Diyarbakır’a gitmiş, hemen dönmüş sonra, ertesi gün de bürosuna gitmek üzere evden çıkınca silah seslerine fırlamış gelin, Mehmet’in yere yığıldığını görmüş. Hastane faslı, Dicle yine deli gibi akıyor ki Dicle’nin akmadığı öykü de yoktur, “deli kız” mı ne diyorlarmış Dicle’ye çok aktığı için. Biraz az aksa sadece “kız” diyecekler belki, belki sadece “deli” derler ama neye istinaden, akmasına. Her neyse, yine üfürükten bir final: Mehmet’le ilgili kötü haber geliyor, Asiye kendini yerlere atıyor. Evet. “İki Anne”de annelerden biri Dicle Kız, diğeri random bir anne. Kaç bahardır oğlunu bekliyor, oğlu gelmiyor, oğlunu ne zorluklarla büyüttüğünü söylüyor anne, oğlunun giderek sessizleştiğini, oğlunun ne oğul olduğunu, en sonunda oğlunun oğulluktan çıkıp karanlıklara karıştığını anlatıyor. Çünkü oğlu. İyi bir çocukmuş aslında, güler yüzlüymüş, espriler yaparmış, sevgisini gösterirmiş ama olanlar olmuş. “Anaydım ben, hem de dul bir ana… Aman tanrım nasıl dayanılır bu acıya!..” (s. 18) Yani burada da bitebilirdi öykü, sonrasında yine askerler koşuyor, silahlar patlıyor, oğlan kayboluyor. “Parlak Düğmeler” kitaptaki en iyi öykü olabilir, o düşüklüğün yanında parlıyor resmen. Hemen sönüyor tabii, ilk sayfadan sağ kurtulursak parlamaya devam edecek. Birileri nargile fokurdatıyor, Dicle sıska, baygın bir genç kızı andırıyor, akşam güneşi Dicle’nin üzerine düşünce Dicle de akşam güneşinin üzerine düşüyor, düşüşüyorlar, betimlemelerde düşen düşene. Adamımız eve dönüyor kaç zamandan sonra, ev ahalisi neşeli, köylüler peynirdir, çökelektir, hediyelerle geliyorlar ziyarete. Adamın canı sıkılıyor, evden kaçıp bir çay içmeye gidiyor kahvehaneye. Çocukluk arkadaşı Ömer yok, öğretmen olmuş o, hapse atılmış. Ömer’in babası kahvede, şöyle bir bakıp sırtını tamamen dönüyor adama, çaycı da başını çevirince istenmediğini anlıyor adam, polis olduğu için. Kardeşi o parlak düğmelere tutulmuş, evde biraz eğlence, teselli bari. Ufacık çocuğa da polis kıyafeti alacak adam, kıps. Başka ne var, Diyarbakır’a gelip düzen tutturmaya çalışan memurların yaşadığı zorluklar, memurlarla yerlilerin arasındaki münasebetler, çekişmeler, Batı’dan gelenlerin yerlileri aşağılamaları, tepedeki kışlanın gürültüsünü marşını çekmek zorunda kalan köylüler, evlerinden atılmak üzere olan köylüler, evleri yakılan, memleketlerinden göç ettirilen köylüler, atalarının göç hikâyelerine inanmak istemeyenler, çeşit çeşit. Yani çok iyi örneklerini biliyorum bu tür öykülerin, biçemin nasıl arşa erdiğini falan gördüm, haliyle bu yavanlık can sıkıyor çünkü bildiklerim de öyle gizli saklı değil, ödüller almış yazarların öyküleri. Ben bir şeyi okuduğum zaman kendime irtifa belirliyorum mesela, neyi nasıl yapacağımı o çok iyi örnekten biçip de yapmaya çalışıyorum. Bu kitapta çok az şey var, öykülerin zekâsı kıt. Meh.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!