Gwendoline Riley – Hayaletlerim

Büyükanne, baba, anne. Bridget yaşamında özne olmuştur elbet, ailesiyle ilişkilerinde etken olduğu durumlar vardır ama bu metinde sadece gözlemci, gözlemci anlatıcı. Hemen hiçbir etkisi yok yaşananlarda, belki şöyle demeli, zorunlu sosyalleşmenin ötesinde eylemleri çok kısıtlı. Belki şöyle de demeli, iletişim kurduğu insanlar kaskatı yaşamlarını hiçbir etkiye açık kılmıyorlar, kapalılıkları aşılmaz bir engele dönüşüyor anlayış bağlamında. Diyalog ağırlıklı bir metin bu, diyaloglar yanlara doğru açıyor metni de önü arkası kayıp, Bridget öğrenmek istediği şeyleri eşelediği zaman karakterlerin tipik tepkileriyle, kapanma refleksleriyle karşılaşıyor, özellikle annesiyle konuşurken bu daha belli ki büyükannenin bölümleri kısacık, babanın bölümleri biraz daha uzun olmakla birlikte adamın patolojisinden başka pek bir şey göremeyeceğiz, asıl ağırlık annede. Anneyle anlaşamamanın tarihinde diyeceğim, konuşma ânından dışarıya da pek taşmıyor anlatıcı, sadece ipuçları bırakıyor. Keskin dönüşleri fark edebilmek için bu ipuçlarını görmemiz gerekiyor, örneğin Bridget birlikte yaşadığı sevgilisiyle tanıştırmıyor annesini, yıllar boyunca bekliyor anne, en sonunda ağlayarak isyan ediyor. Bir kayanın ağlaması gibi düşünebiliriz, Bridget söylemiyor ama annesi için pek de bir öneminin olmadığını biliyor John’la tanışmasının zira hiç beklemediğimiz bir anda tanıştıklarını hatta birlikte yemek yediklerini de görüyoruz ama gerçekten de John’la hemen hiç iletişmiyor anne, sevgilisini beklediği için. Eve geliyor, ayaküstü bir iki laf, sonra pencereye geçip saatlerce yola bakıyor. John’la Bridget bakışıyorlar, gecenin o şekilde devam etmemesini umuyorlar tabii, Bridget neyle karşılaşacağı konusunda yanılmadığı ve John’u da uyardığı için herhalde, annesine hiçbir şey söylemiyor. Adam geliyor, yemek yiyorlar, havadan sudan muhabbet, sonra psikanalist John açıklamaya başlıyor. Metnin en açık bölümlerinden biri bu, psikanaliste borçluyuz. Uzlaşmaz biri anne, John daha önce hiç öyle biriyle karşılaşmamış. “‘Israrcı, dogmacı, saldırgan insanlarla tanıştım ama annen bunların hiçbiri değildi. Gerçekte söylenen hiçbir şeyle ilgilenmeyeceği çabucak belli oldu. Bir tutum belirlemişti ve ona sadık kaldı, bu da gerçekte onlara tepki vermesini olanaksız kıldı. Veya gerçekte olanı deneyimlemesini… bunu yapmayı kati surette reddetti. Kafa karıştırıcıydı. Ne demek istediğini şimdi anlıyorum. Tepki veriyor göründüğünde aslında tepki vermiyordu, değil mi? Olduğunu düşündüğü kişi gibi davranıyordu. Veya olmaya karar verdiği. Bu yüzden kendini çaresizce adamış olsa da performansı rahatsız edici ölçüde yapmacıktı.’” (s. 144) Elbet farkında bu yapmacıklığın Bridget, çocukluğundan beri annesinin ulaşılamaz biri olduğunu biliyor, doğum günlerinde buluştukları zaman annesinin ilgisini çekebilecek konulara doğru adım adım gelmeye çalışıyor, hiçbir insan o kadar dikkatli olmamıştır konuşurken, anne bir anda kabuğuna geri dönebilir ki çoğunlukla dönüyor. Ama: gözlerinin parladığı anlar var, Bridget için o anlardan birini yakalamak bile başarı, annesine duyduğu sevgi o anlarda saklı. Nadiren yakaladığı. Ne hüzünlü bir ilişki, kitabı okurken hep bu geçti aklımdan. Personayı aşamamak, rolün ardını görememek, belki anne de kim olduğunu bilmediği için. İki üç nokta çok önemli, gençliğinde evlenip çocuk yapmaktan başka hiçbir şeyin söylenmediğini dile getiriyor anne, bir parçası olduğu toplum, aile, hangi kişi, kurum ve kuruluş varsa hepsi evlenmesini, hemen evlenmesini ve hemen çocuk yapmasını söylemişler. Sosyopat bir eşle harcadığı yıllar bu yüzden. İkinci noktada annenin beyin tümörü devreye giriyor, baskılanan bütün anılar ortaya çıkmaya teşne ama yine bir kaskatılık var, o durumda bile. Sayıklıyor kadın, korkunç şeyler yaşadığını söylüyor, “Bana yaptırdığı şeyler,” diye başladığı cümleyi yarım bırakmasa daha çoğunu öğrenebilirdik ama travmalarının kökeni söz konusuysa suskun. Konuşurken dahi suskun, ikinci evliliğini yaptığında Bridget sürecin her ânına şahit olmadığı için nasıl ayrıldıklarını anlamaya çalışıyor ama kırılma noktalarından başka söylediği pek bir şey yok annesinin. Kırılganlık da değil, zaten parçaların uyuşmadığı bir yapboz var ortada, ayrılığın er geç geleceği belli ama sebepleri sorgulamıyor anne, ne yaşadığını irdelemiyor, sadece yaşıyor. Dünyayı gezmeyi kafasına neden koyduğu, gezeceği ülkeleri nasıl seçtiği, aslında pek de sevmediği tek dostuyla neden dost olduğu -ki adam vefalı çıkıyor da hastalığında yalnız bırakmıyor anneyi, sevilmediğini bilmesine rağmen onun da arkadaşlık etmek için daha iyi bir seçeneği yok elinde sanki- belirsiz, yani buzdağının gördüğü derinlikler o kadar engin ki yüzeyde hemen hiçbir şey yok. Çok tuhaf, belli bir zaman diliminde yaşananların ağırlığı analiz yeteneğini, yaşamın değerlendirilmesini ya ortadan kaldırmış ya da bahis konusu olmamasına neden olacak kadar derinlere gömmüş, anlık kayıtlarla sürdürülen yaşam. Bridget birazını almış bu özelliğin, gözlemciliğini buna yorabiliriz, belki babasına başka türlü katlanamayacağı için. Annesini gördüğü son anları dile getiriş biçimi, metnin de son cümleleri şöyle: “Tartılıyormuş gibi havada asılı duruyordu. Makinenin kolu açıldı. Annem yatağa indirildi. Adam salıncağı çıkarıp katladı. Kadın annemin iki bacağını birden kaldırıp düzeltti, örtüyü üstüne örttü.” (s. 174) Dışarıda bırakılanların önem kazandığı bir metin bu, Bridget’ın kardeşiyle görüşmelerine ancak anne ağır hasta olduktan sonra denk gelebiliyoruz, iş bölümü yapıp kimin hangi gün hastaneye veya huzurevine gidebileceğini konuşuyorlar, gayet profesyoneller, sıcaklık hissedilmiyor aralarında. İnsan kendine dönüyor ister istemez, abimle ilişkimi düşünüyorum, konuşulmayan onca şeyin donukluğunu çözmeye hiç niyetimiz yok ama belli bir sıcaklığı da sürdürüyoruz çünkü birlikte göğüs gerdik onca arızaya, bambaşka yerlerden bakmış, bazen kaçmış olmamız belli bir yakınlığı korumamıza engel değildi. Yakın bir kardeşliği sağlamamızı da engelledi bir yandan, yine de ortak bir geçmişten başka elimizde hiçbir şey yokken, bilmiyorum, belki de aşamayacağımız mesafeyi bilmemiz de bir tür yakınlıktır. Da, bu noktada Bridget’la kardeşinin soğukluğunu düşününce dipsiz uçurumlar geliyor aklıma, hani tekniktir buzdağı da ötesindeki sessizliği, dediğim gibi dışarıda bırakılanları düşününce Bridget’ın annesiyle ilişkisi iyi bile gelmiş son güne dek, muhtemelen Bridget’ın çabalarıyla. Bridget’ın koruduğu uzaklıkla. “‘Bana yaptırdığı şeyler’ konusunda başka bir şey öğrenmedim. O konuyu deşmemek için kendimi nasıl da tuttum. Nasıl da sinsilikle tuttum.” (s. 133) Açtığından kat kat fazla alanı kapıyor anne, söylediklerini antestezinin etkisine bağladıktan sonra Bridget’a zemin kalmıyor adım atacak, üstelik saldırıya geçen anneden sakınmak için sözcüklerini dikkatle seçmek zorunda artık. Dikkatle seçilmiş sözcükler, yemek tercihleri, tanışılan insanlar, terk edilenler, hepsini bir kod olarak görüp çözümlemeye çalışmak insanı, yaşamın doğal seyrini sayısız minik parçaya bölüp idrak ögeleri haline getirmek, uyuşturamamak hayatın belli başlı bölümlerini, paylaşamamak ve onca konuşmaya rağmen konuşamamak asıl konuşulması gereken şeyleri, asıllıklara değinememek, babanın ölümünden sonra kurtulamamak onunla yaşananlardan, bezginliği söküp atamamak. Daha pek çok şeyle ilgili bu roman, İngiltere’nin tren hatlarıyla, yeni yapılan evlerin Çinli öğrencilere kiralanıp anneyi rahatsız etmesiyle, inceliklerin söz konusu bile edilmemesiyle, yitirmenin korkusuyla ve rahatlatıcılığıyla, konuşulanların açtığı gizli yaralar yüzünden yürünecek yönün şaşırılmasıyla, büyük büyük değil de küçük küçük anlatmanın hikâyeyi büyütmesiyle, Pirandello’nun dediği gibi sözcüklere kendi anlamlarımızı yükleyişimiz ve karşımızdakinin kendi anlamlarıyla yüklediği sözcüklerini anlamayışımızla, yaşamı paylaştığımız insanların kapladıkları alanla: dünya üzerinde, kişiliğimiz üzerinde, sosyal yaşantımız üzerinde ve varlığımız üzerinde.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!