Oktay Akbal – Önce Şiir Vardı

Şiirin ötesi berisiyle ilgili yazılar ilk bölümde, şairlerle söyleşiler ikinci bölümde, Akbal’ın şiire dair doldurmaca fikirleri her yerde. Hemen sıkayım benzerini: “Evet, şair böyle diyor, şiire namlu takılmaz. Peki neden takılmaz, şiir bir silah değil midir yeri geldiğinde veya silah mıdır, neler olmuştur şiir ve savaş tarihi boyunca? Elbet çok şey olmuştur ama şiir bir silah mıdır ki namludan biliyoruz gücünü, şairin dediği sırf namluyu mu kapsar, bence hayır, şiir hem namlu hem şiirdir, hedefinde şiire dair şeyler vardır.” Akbal’ın gevelemelerinin yanında şairlerle anıları, Nâzım Hikmet’ten alıntıladığı bölümler mesela, vardır bunlar ve asıl şiir buralarda aranmalıdır. Bir iki gevelemeyi alayım yine, memlekette çok kişi şiir yazdığı için okur mektuplarından şiirler, kitaplar çıkarmış, ozanlığa soyunanlar bir onay mercii olarak Akbal’a başvururlarmış, çok çalışmanın yanında yeteneğin de önemli olduğunu söylüyor Akbal. Lamartine’den, Cervantes’ten alıntılar yaparak çok okumayı tavsiye ediyor, imkânsızı yani. İnsan bölünürmüş sekiz yüze, farklı benliklerini keşfedermiş, bölündükçe yazarmış, mektup yollayanlar bunları iyi bellemeli. Formülü veriyor, hap bilgiyi verdikten sonra tamam. Bir bombası daha var, yarışmaya jüri mi, dergiye yayın kurulu üyesi mi ne olmuş bir zaman, genç bir şairin dört dörtlük şiirini geri çevirmiş zira çocuğun şiire gerçekten tutkuyla sarılıp sarılmadığı belli olamazmış o yaşta, zaten yazmayı da bırakmış çocuk, kısacası türlü olumsuzluğa rağmen ayakta kalanlar gerçekten şair olabilirlermiş. Ne desem eksik kalır, Akbal’ın stratejik zekâsı göz kamaştırıyor gerçekten. Şairlerle ilgili ne var, René Char’ın gündelik yaşamını yansıtan kısa metrajlı bir film çekmiş Lütfi Özkök, İsveç Sinema Enstitüsü’nün tüm masrafları ödediği çekim için ozanın evinde birkaç gün yaşamış Özkök, Sinematek’e bile gelmeyen bu filmi Stokholm’da izleyen Akbal isyan ediyor, Char’ın şiirlerinin okunduğu plakların benzeri bizim şairlerimizin şiirleriyle neden dolu değil, Kültür Bakanlığı neden öyle şeyler yapmıyor? Laurent Terzieff çok güzel okumuş mesela, bizde benzeri çıksa bu kez oyuncular berbat ederler şiiri. “Nedense bizim sanatçılarımız şiir okumasını beceremezler. Şiirle yakından ilgili olanları, şiir severleri dışında en ünlü oyuncularımız, kadın ya da erkek, şiir nasıl okunur bilmezler. Ya gereğinden çok bağırır çağırırlar, ya da garip sesler çıkarırlar.” (s. 19)

Necati Cumalı’yla ilgili yazıda Akbal tekrarlıyor fikrini, sanatçı tüm yaşamını sanatına vakfetmeden sanatçı olamaz, yeri gelir bütün hayatını heba ettiğini düşünür veya aklına bile getirmez ama yaptığı odur tam olarak, o eşelenme hali kişiyi hayatta tutar, hayatı anlamlı kılar. Bunu hayattan soyutlayıp masaya yatırmak gibi bir şey pek olası gelmiyor bana, Cumalı da bütün gününü gecesini sanata ayıran biri değil aslında, haftanın en fazla dört gününü yazı çiziye ayırdığını söylüyor ki gündelik yaşamından kopuyor değil. Yani bu mitin de üzerinde durmak lazım biraz, herkesin aynı esrik hayatı yaşamadığı, tipolojik bir vaziyetin olmadığı üzerinde, en azından herkesi kapsayacak bir tipolojinin olmadığı. Akbal te 1940’ta sevmiş Cumalı’nın şiirlerini, 1946’dan beri süren dostlukları çok değerliymiş, övgü yazılarından birine bakarsak Ataç’ın dediği gibi sivrilmiş bir şair olarak görürmüş Cumalı’yı. İkinci bölümdeki söyleşiye gidip bakıyorum, Akbal’ın kafa göz yardığını görüyorum. Kendine çok yakın buluyormuş yazdıklarını, evet de onları kendisinin de yazabileceğini söyleyince kızmış Cumalı, belli ki değersizleştirici bir yorum ama Akbal yazısında hiç bahsetmiyor bundan, söyleşide şöyle bir bölüm var: “Yıllar sonra o yazımda Cumalı’nın ilk öyküleri için gereğinden çok acımasız davrandığımı anladım ama iş işten geçmişti. O yazımı Şair Dostlarım‘ın ilk basımına almadıysam bu yüzden… Ama ikinci basımına alıyorum o yazıyı da, yanlış, haksız yanlarını azıcık düzelterek…” (s. 139) Görebilseydik keşke o yanlış, haksız yanları, neyse artık. Cumalı o güne dek hiçbir şey yapmadığını düşünürmüş, en önemli eseri yazılmayı bekliyormuş da haddini bilir, sık sık da kendine bildirirmiş. “Aldatmayalım kimseyi, en başta kendi kendimizi. Ben en iyisini yapmak istedim ama elimden gelen buydu demekte bir erdem vardır. Ama başlangıçtan bu yana edebiyatın ne devler yetiştirdiğini görmeden ben en iyisini yaptım diyen gülünç düşer.” (s. 141) Şöyle berrak bir kendine bakışla durumu ortaya koyan pek az yazar var benim denk geldiğim, kimse cürmünü bilmediği için göklerde süzülenlerden bulutlar görünmüyor resmen. “Kötü edebiyatçıların, edebiyat bezirgânlarının köşebaşlarını geçici de olsa tutmaları” elbette kötü ama Cumalı’ya göre edebiyatsız yaşanmaz, edebiyat gereksiz bir iş olmadığı gibi asıl kıymetini de bulur. Cumalı’nın şiirle ilgili söylediğini genelleyebiliriz sanıyorum, alayım: “‘Öyle sanıyorum ki başkalarına sorularak öğrenilecek bir iş değil bizim işimiz. Okumakla, çalışmakla bir çizgiye kadar öğrenilir elbet. Ama edebiyatı her öğrenen anlayanın yazması gerekmez. Sanatçı içinden gelen bir patlama ile başlar yazmaya. Yazmak zorunda olduğu için yazar. Ancak yazmakla rahatlar, boşalır. Aşk gibi bir şey… Geri kalmış toplumlarda herkes her işi yapabilir sanır kendini.’” (s. 144)

İlhan Berk’le mi bitirsem, araya Cahit Külebi ve Behçet Necatigil karışır mı, yallah. “Yazal ve siyasal” iki kompartımanda giden Akbal’a Bodrum’dan mektuplar geliyor, Berk’ten geliyor Bodrum’lar, mektup halinde. İstanbul tekrar basılacakmış, 1940’ların Türk Walt Whitman’ının ilk seslerinden biri. Türk Walt Whitman. Matrak. 1945’te Fatih’ten anılar geliyor Akbal’ın yazısına, masalarda şiirler, şairler, mektuplara sığmayacak. Behçet Necatigil’in ölümü üzerine mektup yazmış bir de Berk, dört yıldır çok sık görüşüyorlarmış, son iki yılda o kadar çalışmamasını söylemiş Berk de Necatigil gülüp geçiyormuş. Şiiri bir çilehane şiiri, şiiri en çok üstüne başına benzeyen. Berk öyle ölçermiş bir şairin şairliğini, şiirine benzerliğiyle. Berk ne kadarına benziyor acaba şiirinin, hangi Berk’ler hangi şiirlerine benziyor, uzun iş. “O günlerde İstanbul’u dolaşır dururduk. Karartma gecelerinde bile sigaralarımızın aydınlığında bulurduk yolumuzu. Sinemalar, kahveler, çarşılar, vapurlar, kıyı gazinoları, işyerleri… İlhan Berk, o sırada Pierre Hamp’ı keşfetmişti. Öyle yapardı, keşfederdi yazarları, durup dururken, birdenbire. Yüksekkaldırım’daki Madam’ın eski kitaplar dükkânında yıpranmış bir kitabını bulmuş Hamp’ın…” (s. 45) Yoksul halkın şiirde baş köşeye geçmesi Hamp’ın sayesindeymiş, zaten Whitman da yoksulları anlatmaz mıymış, 1940’ların Berk’i bu kodlarda. Malum kitabı baştan sona birlikte yaşamışlar mektuplara göre, İstanbul’da dolandıkları o günlerden çıkan şiirlermiş dostlukları, Akbal övünüyor haklı olarak. Dostunun ozan bakışının o kadar da farkında değil gibi tınlıyor anlattıkları, belki kendi bakışına yoğunlaştığı için. Galiba Necatigil’le bitecek, hem Berk de bahsetmişti, kimselere benzemeyen bir adammış Necatigil: sessiz, durgun, az konuşur, kendini “hakir bir şair” olarak görür, diğer yanda Alangu’nun belirttiği gibi içinde fırtınalar kopar, kendine güvenir, sanatsal gücüne inanır, şair olduğunu derinlerde bir yerden gelen kısık sesten anlar. Küçük odalarda yaşamayı sever, Akbal’ın şahit olduğu yaşam alanları giderek büyüse de Vişnezade’deki evin en küçük odasının bir bölümünde doğmuştur has şiir, alan daraldıkça şiir görgüsü genişler. Son görüşmeler hastanede, Salâh Birsel de anlatıyor, Akbal zaten anlatıyor, bir de Külebi var aralarında, anlatıyor. Necatigil’in hastanedeki son günlerini üç açıdan, üç edebî zirveden okumalı.

Azıcık baş ağrıtır ama mutlaka okunmalı, Akbal’ın üfürmediği yazılar niteliklidir.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!