Bir Dem Ankara‘yı yazıyorlarmış bu kitap basıldığında, Aysan’ın bir nevi yan hikâyecikleri, tanıklığından süzdüğü yaşam parçaları Ankara hakkındaki geniş incelemesine ek olarak okunabilir, müstakil olarak zaten muazzam bir anı toplamı. Şükran Kurdakul’undan Ahmet Erhan’ına, Vüs’at O. Bener’ine yolu Ankara’dan geçmiş kaç sanatçı var, Aysan bazılarıyla röportaj yapmış, bazılarının gündelik yaşamından kesitler sunmuş, hele Şükran Kurdakul gibi kıymeti bilinmemiş, yeni neslin eşelendiği yerde adını duymasının mümkün olmadığı yazarlara rastlayınca bir sevindim, merakla okurken kitap bitti. Çok alakasız ama araya sıkıştıracağım, bir etkinlikte dinledim de, hâlâ Márquez diyor yeni yazarlar, Márquez’den etkilenmişler. Bir de Cortázar var, bu ikisi olmasa kimse hiçbir şey yazamayacak, öyle anlıyorum zira meşru bir temel lazım ve ikisi dile getirilince tamam o zaman, öyküler okunabilirlik kazanıyor. Yemin ediyorum 50 yıl geriden gelsek yine iyi ya. Neyini ne yaptınız, nasıl esinlendiniz, aşmaya çalışmaya cüret ettiniz mi mesela, yok. “Abi benim romancılığımda Dostoyevski’nin depderin etkisi vardır.” Neyse, Kurdakul dedik, o kadar iyi bir öykücüdür ki her öykü etkinliğine bir adet Şükran Kurdakul maketi koymak lazım. Ayvalık anıları var Aysan’ın, Şükran Amca’yla Çamlık’a giderken Yörük kadınlarının siyah yemenileri beliriyor bir ara, Ege’ye tepeden bakmak için uzunca bir yol. Aysan kâğıt kalem çıkarıp Kurdakul’un söylediklerini yazacak zira gazeteye yazı günü gelmiş, asistan olarak görevini aksatmamalı. Yazı bitince motora atlayıp Cunda’ya, Ahmet Erhan’ın muhabbeti açılacak mutlaka. “Bir defasında Erhan Abi’ye Cunda motorunda rastladık. At yarışından dönüyordu. Bize kıyak çekmek istedi. Kaptana üçümüzün parasını uzatır uzatmaz, rüzgâr parayı denize savurdu. Poseidon muhtemelen, ‘Bana bak Erhan, at yarışından çarptığın parayı, bir daha yol parası eyleme’ dedi. Parmağını sallayıp, parayı da vermedi! Boynunu büktü bizimki. Sonra onu Cunda’daki yazlık evine gönderdik. (Bir vakitler Erhan Abi’yle eşi Kıymet Abla’nın Cunda’da yazlıkları vardı.) Bizse güneşin batışını seyre daldık.” (s. 18) PEN’in başkanı olduğu dönemde Ankara’ya sıkça gelirmiş Kurdakul, Aysan’ın annesi masayı donatıverirmiş, balık üzerine söylevinden sonra “Japon’u koymalarını” istermiş Kurdakul. Theo Ysaye. Bir “Ysaye” daha biliyorum ben, Selçuk Baran’ın metinlerinde geçer, Eugène Ysaÿe ile bir akrabalıkları var mı diye düşündüm ama Japon olduğunu söylemiş Kurdakul, hmm. Baktım, aynı kişiler. E Japon değil ki, Belçikalı? Kurdakul’a dair son bir anıyla selamlıyorum, geçiyorum: F tipi cezaevlerine karşı ölüm oruçlarının gündemde olduğu zamanlar, Edebiyatçılar Derneği’nin o dönemki başkanı Şükrü Erbaş’ın çağrısına TYS’den Ataol Behramoğlu ve PEN’den Şükran Kurdakul cevap vermişler. Bildiri hazırlanmış, Aysan’ın aktardığı: “‘Bu bildiri ne olursa olsun okunacak. Herkesin elinde en az bir kopyası olacak. Ben okumaya başlayacağım. Eğer polis beni alırsa, Ataol, sen devam edeceksin… Seni de alırlarsa Şükrü, sen…’” (s. 19) Bir de röportajı var Kurdakul’un, 40 Kuşağı’nın siyasetle sınanışından belediye şairlerinin iktidarla tuttuğu işlere dek geniş çapta bombalama, izahat, dopdolu bir söyleşi.
Cahit Külebi. Çocukluğundan başka Tokat’la ilgisi az, pek az gittiğini veya hiç gitmediğini söylüyor Akbal’la söyleşisinde, şiirlerini doğadan kopardığına göre çocukluğundan da izler var şüphesiz. Niksar çocuklukta, şiirde. Külebi artık Ankara’da, büyük şair. Aysan çocuk ama, iliştiği insanlar kendi çocukluklarını mı görüyorlar onda, merak ettim. Türk Dil Kurumu’nun merdivenlerini tırmanıyor Aysan, annesi orada çalışıyor şu insanlarla birlikte: Nurullah Ataç’ın kızı Meral Tolluoğlu, Sevgi Özel, Ali Püsküllüoğlu, nicesi. Üçten sonra bigudiler, ojeler çıkarmış ortaya, Ömer Asım Aksoy bir gün gelmiş de fark ettirememiş kendini, pusula yazıp kapının altından atmış! Matrak. Büyük bir odada Genel Yazman Cahit Külebi çalışıyor. Cahit Amca. “Şimdi hatırlıyorum da kendi kuşağında özenle söz açtığı tek bir şair vardı: Ahmet Muhip Dıranas. Ezberinden, ‘Olvido’ şiirini okur, Dıranas’ın olağanüstü yeteneğine hayranlığını gizlemezdi. Onu, sanki karşımızdaymış gibi anlatır, briyantinli saçlarını arkaya doğru tarayışından, tütün sarışından, gözlerini kısarak konuşmasından, yakışıklılığından dem vururdu.” (s. 39) Ankara’da dondurma zor bulunurmuş da Aysan’a mutlaka verirlermiş ev ziyaretlerinde, Süheyla Teyze kucağındaki Sarman’ın poposuna bir tane potlatınca, yani kediciler. Sanatçılarımızın hangileri kedici, tespit etmek adına yazıyorum. 2 Temmuz’da karayolları otelinde kaldığı için katliamdan kurtulmuş, hedef tahtasına oturtulan Aziz Nesin’e destek çıkarak Aziz Nesin’in yaptığı konuşmayı aynen kendisinin de yapacağını söylemiş cesaretle. Yaşar Miraç aynı günlerde Remzi İnanç’a diyordu, Aziz Nesin’in oraya gitmesi yüzünden katliam yapılmış, gitmese yapılmazmış. Dünya be. İlginç bir itiraf da mı var aralara sıkışık, yoruma açık: “Üniversite sınavına girerken küstüm kendi kendime Cahit Amca’ya. Acı bir itiraf bu! Tiyatro bölümü özel yetenek sınavına girerken, bir başka arkadaşının kızı için kendince devreye girmiş, beni es geçmişti. Şimdi düşünüyorum da, iyi ki öyle yapmış. Çünkü bileğimin hakkıyla okulu kazandım. Cahit Amca’nın torpil için uğraştığı kız ise kazanamadı tiyatro bölümünü.” (s. 41) Annesi sonradan çok söylemiş Aysan’a, Cahit Amca çok üzgünmüş, sürekli sorup duruyormuş, aramazsa pişman olurmuş Aysan. Aramamış da karşılaşmışlar Ankara Kitap Fuarı’nda, buzlar erimiş. Hoş.
Nezihe Meriç. “Nezim boncukları diziyor, bazen renkli renkli iplerle onları birbirine tutturuyor, bazen işlenmiş bir bez parçasına dikiyor. Akıl almaz güzellikte kolyeler, bilezikler yapıyor. Bir kısmını sevdikleri için tasarlıyor. Hediye ettiği kan kırmızı boncuklu kolyeye gözüm gibi bakıyorum şimdi.” (s. 52) Ankara günlerinden yıllar sonra İstanbul anıları, boğaz manzaralı evde Salim Amca’nın sırtında kalın bir hırka, Nezim vişneli turta yapmış. Öyküden konuşuyorlar, öylece başlayıp bitirdiği öyküye ad koymakta zorlanırmış Meriç, şiir kitaplarını elden geçirir, not defterlerini okurmuş, sözlüklere bakarmış, ondan sonra koyarmış. Bulduğum yakınlığa dikiz, öyküye ad koymak öykü yazmaktan daha zor gerçekten.
Melih Cevdet Anday. “Şiir çalışmak” hayatıyla sınadığı bir şey Anday’ın, düzyazıyla anlatılamayacakların yurt tuttuğu şiire yerini buldurmak için ömür. Denemeye, oyuna, romana geçişte komşu topraklar keşfediliyor, aydınlanıyor ama kendi coğrafyasınca, dışına çıkarmıyor, Anday türlerin keskin sınırlarını gözetirken bulanık çizgilerden rahatça yürüyüp geçebilecek kadar kâşif. Yedi buçuk yıl hapisle yargılandığı zamanlar için Aysan’ın yorumu: “Bugün örgütlenmiş cehalet bizi toplumsal çürümeye doğru adım adım götürmeye çalışırken, gençlerimiz iktidarlarının devamlılığı adına öldürülürken, bağnazlık alıp başını gitmişken, nefes almak bile zorlaşmışken uygarlık bilincimizin kaynaklarını korumak her şeyden önce boynumuzun borcu…” (s. 60)
Vüs’at O. Bener. Kapıcı dairesinden bozma evine sıklıkla uğrarmış Aysan, aslında Muannit Sahtegi’nin evine uğruyor. Erhan Bener gençliğinde staj için Belçika’ya gitmiş, oradan bir sürü ucuz plak getirmiş, onlardan birini pikaba takıp dinlerlermiş. İlginç, eskiden iki Bener, Hüseyin Cöntürk, başka bir sürü yazıcı evlerde toplanıp klasik müzik dinlerler, bilgilerini geliştirirlermiş. Orhan Koçak telefon açıp Tavukçu’da rakı içmek istediğini söylemiş, tanışmak istiyormuş aslında, Bener mutlulukla bahsedermiş bundan. Selim Işık’ın kendisi olabileceğinden daha az mutlulukla bahsedermiş sanıyorum, sonuçta kurmacada bir kişi çok kişidir ama Bener görünüyorsa sık sık o kişide, belkisi fazla gelir artık.
Daha da kimler kimler, ben kısacık verdim. İlgilisi kaçırmasın.
Cevap yaz