Sıkı roman. Üslubun değişimi: yerleşik yaşamda roman formunun ağırlığını koyması, göçebelikte sözün, halk hikâyelerinin uçuşması ortalıkta, dört dörtlük. En az Fransız Savaş Sanatı kadar bilinmeliydi, gölgede kalmış. Cezayir’e Cezayirlilerin tarafından da bakar o roman, lakin bu kadar içeriden bakamaz zira Mukaddem kıyametin koptuğu çöllerde doğmuş, Fransa’ya göçüp doktor olduktan sonra nostaljinin itelemesiyle yazmıştır metnini. Evine dönemeyecektir artık, o evi yerinde bulamayacaktır, yazmaktan başka çaresi yoktur doğduğu topraklarda tekrar yaşayabilmek için. Müthiş. Doğan’ın bir dönem -1990’ların sonu, 2000’lerin başı- bastığı kitapların görmediği ilgi nelere gösterildi acaba, bunun gözden kaçmaması lazımdı. Kaçmış, sahaflarda artık. Usuldan anlatayım, vazifemi yerine getireyim. Yüz ikinci kez söylemek istedim, iş belledim bunların tanıtılmasını, sahaflarda saatlerce eşeleniyorum da buluyorum. Aslında zar atıyorum ama pişman olmadım şimdiye dek. Neyi başarmış Mukaddem, mesela göçebelerin, bedevîlerin yaşamlarını o kadar iyi anlatması bir yana, kadınların eril tahakküme karşı verdikleri mücadele kurguya öyle bir yedirilmiştir ki fırlayıp gözümüze girmez, akışta belli belirsiz anlaşılır. Tezli roman haline gelmez yani, yaşamın olağan akışında olup biter her şey, kadın karakterler potansiyelleri ölçüsünde kırarlar zincirlerini, en azından kırmaya çalışırlar. Zehra hariç, o ailesini bir arada tutmaya çalışır sadece. Esmer vücudu dövmelerle dolu, ufak tefek bir kadın Zehra, çenesinde üç çizgi, ince kaşlarının ortasında bir ağaç dalı, sert coğrafyanın izleri. “Sürekli topladığı ve iyice gerdiği saçları, türkülerin ve bendirlerin ilham kaynağıydı. Gökkuşağını gördüğünde çıldırır, mutluluk sarhoşluğuyla kefiyesini daire şeklinde takardı.” (s. 10) Yaşını kuraklık yılına göre hesaplıyor, tıpkı zamanın ölçüye gelmediği her yerde olduğu gibi doğanın devinimiyle hesap. Salgınlar, kuraklıklar olmasa zaman da yoktur, yeryüzü ve gökyüzü birbirini sonsuza dek yok eder orada, yürüyüşlerle tükenen hayaller ve hayatlar sözcüklerle sabitlenir anca. Çöl yolculukları yaşamın kendisidir, Zehra’nın ta kendisi. Yetmiş beş yılın toplamı kaç zaman yürüyüşse o yaştadır Zehra, anlatacağı öykülerin bir kısmı yürüyüşlerle ilgilidir zaten, Kuran’dan ödünç aldığını söylediği anlatıcılığını tuhaf kişiliğiyle birleştirince başlı başına efsane taşıyıcısı, çöl serüvencisi. Hani dövmelerini de düşünüyorum, Resimli Adam ayarı bir metne dönüşebilir bir başına, Furiosa: A Mad Max Saga‘daki tarih adamın misyonunu yüklenmiş adeta. Ailesinin hikâyesini anlatmaya başladığında esas hikâyenin çizgisi oluşuyor, üç beş nesle yayılmış bir yolculuk sırasında Cezayir’le Fas’ın yüz küsur yıllık derdi de görünüyor.
Ecellili Celil’in hikâyesini kaç defa anlatmıştır, insanlar kaç defa dinlemişlerdir de ilk kez hissettikleri kadar heyecanlanmışlardır, çöldeki kum taneleri kadar. Zehra’nın kocası Bilge Ahmed’in amcasıdır Celil, halkının taktığı isimle Buhalufa, “Domuzlu Adam”. Arkadaşlarıyla oyun oynamak istemez, onları değiştirmeye, savaşçı ve süvari olmalarını sağlamaya çalışır. “Celil, yalnız kalmayı severdi; o bir hayalperestti. Fakat çölde, düşünceleri coşturan aşırı hayallerden ve hayal kurmaktan çok korkulurdu! Evet, kumulların sonsuzlukta peri masallarına yakışır seraplar gösterdiği ve aklın, kuraklığı unutmaya yarayan saçma sapan bir hayatî ihtiyaç olarak görüldüğü Sahra Çölü’nde hayal kurmak, erdem, yiğitlik ve yüreklilikten yoksun olmak demekti. Daha da kötüsü; bu, cinlere özenmek, şeytana uymak, yani günah işlemekti. Bunun sonucunda, bir cinden fark kalmazdı.” (s. 13) Dünyayı görmek, Mağrip’e gitmek ister Celil, tılsımlar yazan ve her molada kitap okuyan bir adamdan çok etkilenir, Binbir Gece Masalları‘nı rehber beller de bir sabah tek başına yola düşer, kervandan ayrılır Celil, hissettiği dayanılmaz boşluğu düşünerek kervanların, çöl gezginlerinin ne aradığını merak eder. Asla ulaşamayacakları bir şey. Vücutlar toz haline gelir, çöl onların yürüyüşleriyle, tozlarıyla sürdürür varlığını, Celil’se yazılı olana ermeye çalışarak etleriyle kemiklerini bir arada tutar, hikâyesi kitaptaki hikâyelerin arasına sığışırsa. Ne zaman, 1840’lı yıllar belki, Rûmiler -Batılılar- Türk topraklarına yerleşip her yeri kan gölüne çevirirken Tlemsen’e yerleşip okula başlar Celil, Ecelliler gelip her yıl okul ücretini yatırırlar, böylece delifişeği unutmadıklarını da gösterirler. Aradan on yıl geçer, Arap şiirlerine tutulan Celil’i görenler onu “dinsiz imansız” hocaların elinden kurtarmak için zor kullanırlar. Ağlaya ağlaya ayrılır şehirden Celil, hayvanların en zekisi olarak gördüğü, peşine takılan domuz yüzünden adı çıkar, sinirlenip yirmi yıl sürecek uzun yolculuğuna çıkar. Ortadoğu’yu dolanır, Harun Reşid’in mirasını görür, nihayet altmış yaşında evlenmeye karar verir. Muhammed ve Hamza, iki oğlu medreseye devam ederler, abisi Abdülkadir’in oğlu Ahmed bir süre sonra Zehra’yla evlenecektir. Ailenin bir bölümü Fas’ta kalmıştır, Ahmed ölüm döşeğindeki babasına söz verdiği gibi kuzenlerini bulmak üzere yollara düşecektir. Zehra’yı bulur, erkek ve kız çocukları olur, gerisi ailenin yerleşik hayata geçtikten sonra yaşadıklarından ibaret. 1940’lara geldik artık, oğlanlardan biri Fransızlar için savaşırken Almanlar tarafından esir alınır, 1945’te serbest kalır, sonrasında acı dolu yıllar başlar. “Mayıs 1945, hafızamıza -maalesef- farklı bir şekilde kazındı: Fransızların zafer sevinci, Stif ve Cezayir’deki yas. Kendi başlarına bağımsızlıklarını ilan etme cesaretini gösterdikleri için katledilen 45.000 Cezayirli. Halbuki, birçoğu savaşta Fransızların yanında yer almış, bu ülke için hayatlarını feda etmişti… Bu tarihten sonra, Doğu Cezayirli kadınlar, beyaz hayklarını, siyah bayraklarla değiştirip, yasa büründüler. Rûmilerin yakasını hiç bırakmayan bir trajedi!” (s. 30)
Zehra’nın oğlu Tayib büyük kuzeninin kızı Yamina’yla evlenir, çocukları Leyla’nın yaşamı bütün metni kaplamadan önce yerleşik hayata geçerler nihayet, sabitliğin konforuna kapılırlar, anlatım biçimi söylencelerinkinden romanınkine geçer. “Yapacak hiçbir şey yoktu; karanlık benim içimdeydi, asla dile gelmeyen bir şikâyet gibi içimde yeşeren bir tohum! Büyük bir kurnazlıkla, kelimelerimi yiyip bitiriyor; öykülerimi ve anılarımı bulandırıyordu. Yerleşik düzenin durağanlığı, tedavisi olmayan bir hastalık gibi içimizi kemiriyordu.” (s. 33) Dört dörtlük icat: sözcüklerin imleri ancak kervanlar tekrar ortaya çıktığında, ailelerin gezginliği sürdüren üyeleri şöyle bir görünüp kaybolduklarında, giderek azalan çöl yürüyüşçüleriyle karşılaşmalarda belirecektir, rastlaşmalar giderek azaldığından dil de uçuşmayı bırakır artık, sürprizlere kapanır. Leyla’nın büyüme sancılarıyla birlikte Fransa’nın Cezayir’i yangın yerine çevirmesi aynı zamanlara denk geldiğinden odak dilden olay örgüsüne kayar, sevilen insanların ortadan kaybolmalarını, Leyla’nın gelenekle mücadelesini, ailenin sağa sola savrulmasını izleriz o noktadan sonra. Necip Mahfuz romanına dönmese de metin tehlikeli bir şekilde yaklaşır o sulara, ailedeki her birey kutuplaşmadan nasibini alarak farklı yönlerde ilerlemeye başlar. Komünistlere katılan amcanın hapse girip çıkması, mal mülk sahibi akrabanın elindekileri korumak için türlü katakulliye başvurması misal, direnişçilere katılarak Fransızlarla kapışanın ortadan uzunca bir süre kaybolması, açıkça her şey Zehra’yı öldürmeye çalışmaktadır zira hikâyeleri takip edememeye başlamıştır, anlatacak kimse de kalmamıştır pek, herkes ya savaşın olmadığı topraklara göçmüş ya da evlere kapanmıştır. Leyla okuluna gitmeyi sürdürür bu sıra, Fransız öğretmeninin yüreklendirmesiyle okumaya karar vermiştir, ailesindeki kadınlar gibi boynu bükük beklemeyecektir geleceği. Fransız arkadaşlarının ortadan kaybolması, Yahudi mahallesinin hızla boşalması, sevdiklerinin yitmesi üzer, dünyanın katılığını anlar Leyla, değiştiremeyeceklerini anlayınca çareyi Fransa’ya gidip tıp okumakta bulur. Merhaba Melike Mukaddem.
On numara beş yıldız roman. Tekrar basılmasını çok isterdim.
Cevap yaz