Anneyi yitirmenin nerede başladığını, kendi annemi nerede yitirmeye başladığımı düşünüyorum, hiç kurulamamış bağları ve uçurumlar açan anlaşmazlıkları bir kenara koyarak bakınca kendini görememeye başlayınca. Kendini görmeyi becerebildiğini sanmıyorum gerçi, annem sürüklenişti. Başkalarına çarpa çarpa yaşlandı, zihni bulandı, şimdilik kişileri hatırlıyor da isimleri hatırlamıyor, karıştırıyor. Kişileri de hatırlamamaya başladı gerçi. On yıl sonrasını göremeyecek muhtemelen, şimdiden ne yapacağımı düşünüyorum. Özbek veya Kırgız bir bakıcı mı bulurum, bulurum, sık sık ziyarete giderim, sonra yaşama veda eder. Annem hiçbir zaman yüzleşemediğim bir korku, boşluk. Sırası gelesiye ömür bitti ama beceremezdik zaten, ben doğmadan yıllar önce belliydi. Şimdi Tahar’ın annesiyle ilgili anlattıklarını görünce benzer bir yerden çıktım başlangıca, dikkatle okudum, bazı bölümlerde buldum o çaresizliği. Kasıtlı olarak es geçilmiş annenin çocuklarına düşkünlüğü, daha doğrusu düşkünlüğünün yarattığı sıkıntılar, yoksa yaşamını çocuklarından başka pek bir şeyle doldurmamasından ne zincirler şakırdardı da. Kodlar açık aslında, o coğrafyada anneler kutsaldır, ebeveyninin bedduasını alan çocuğa acınır, hayır gelmez artık ondan. Her koşulda sevilecektir anne, her şeyi çocuklarının iyiliği için yapmaktadır, bu yüzden kötülüğü dokunmamıştır. Haliyle eksik bir hikâye bu anlatılan, Tahar annesinin yanında geçirdiği zamanları hatırlarken kurma istencinden yola çıkarak biçimliyor anneyi. Saçları beyazladı, önceleri ipek gibiydi, kahverengi veya siyah, her neyse, boyu hep kısaydı ama yaşlanınca daha da kısaldı, çocuk boyunda artık, sesindeki kırgınlık ölülerle birlikte yaşadığı için, korkuyor ama cennete gittiği için rahat da, Tahar’ı hatırlamasa da hatırlıyor, bir başkasının adıyla seslenmiş ona, önemli değil, yüzler iç içe geçse de oğluna hissettikleri kaybolmamış, yüzeye ara ara çıkıyor. Gözde parıltı, seste gurur, Tahar için yeterli. Ablasının kızgınlığından okuyabilirdik hikâyeyi, hayır, kadın düzeni bozulduğu için küfrederek geliyor sanki, evinden çıkmak zorunda kaldığı için. Hayal ediyorum, annesinin yanına çömelmişken kızgınlıkla fısıldıyor çocukluğundan beri biriktirdiklerini, nihayet söyleyebilir zira annenin inadı, öfkesi dindi artık. Çok mu neşeliydi, on altı yaşında hamile kaldığında bile zıplayıp duruyordu ortalıkta, kızanlara aldırmayıp gençliğini yaşamaya devam ediyordu yaşlı eşinin tersine. En son o zaman mı mutluydu acaba, çocukluğunu ne zaman unuttuğu muamma, belki ilk eşinin ölümünden sonra. Kısmetleri var, ikinci eşini kaybettiğinde hâlâ genç, üçüncü eşe vakti var. Taha o eşten doğan çocuğu, en vefalısı denebilir, Paris’ten gelebildiği zamanlarda bütün vaktini annesinin yanında geçiriyor. Ablasına kızar gibi görünüyor, abisine de öyle, bir kendi var görevini yerine getiren. Görev. Huzurevinden söz açtığında anne hemen reddediyor, hayır, kendi evinde ölecek. Ama bildiği ev çok uzaklarda, Tanca’da oturmuyorlar artık, yıl 1944 değil, 2000 ve Fas’ın merkez mahallelerinden birinde oturuyorlar. Eski evin denize bakan balkonları yok, kocaman binaların yükseldiği şehirde taşlara, betona bakıyor artık. İşgaller bitmiş, krallar ölmüş, Fransa çekilmiş mi memleketten, akrabalar gizli gizli toplaşıp bağımsızlığı nasıl kazanacaklarını düşünürlerken çocuk doğurmayı bekliyor anne, dışarıda kıyamet koparken onun aklı bebeğinde. Altını değiştirmek bile lütuf onun için, altmış yıl sonra kendi altının değiştirileceğini tahmin etmezdi. Sonsuza kadar yaşayacağını, çocuklarını yalnız bırakmayacağını düşünmüştür, ne ki bakıcı Keltum’un yakınmalarından belli, kadının altını değiştirmek için oğlunun yardımı gerek. Fiziksel gücü ve parası. Keltum’u biliyoruz aslında, öfleye püfleye baktığı hastanın ölmesini hiç istemiyor çünkü evsiz, işsiz kalacak o zaman, katakulliyle eve konamazsa kötü. Altınları yürütüyor, eşyaları ayırıyor ki aşırabilsin, sürekli sızlanarak daha fazla para koparmaya çalışıyor ama işini de iyi yapıyor. Alzheimer beyni yakıp kavururken annenin saçma sapan laflarına düzgün yanıtlar veriyor, bazen, azarladığı da oluyor ama anne alışmış artık, evinde ondan başkasını istemiyor. Acı sonla birlikte son çekini alacak, nihayet Mekke’ye gidebileceğini söyleyecek Keltum, eve konmayı düşünmediği gibi daha fazlasını da istemiyor çünkü anneyi o da sevdi dile hiç getirmese de. Tatlı bir kadın şu anne, yakınmaları o süreçte artıyor ama başa kakmaları katlanılacak derecede, Keltum ansızın ortadan kaybolmadığına göre işinden memnun, o zaman dert edecek pek bir şeyi yok Tahar’ın. Ölüm dışında.
Birkaç yan hikâye, birkaç bakış açısı. Metnin başlarında italikle yazılmış bölümler var, annenin geçmişine gidip savaş öncesi havayı koklayabiliyoruz. Evleneceği kişi ortaya çıkıyor ilk bölümde, ne şartlarda evlendiklerini görüyoruz, sonra bu italikler nedense kayboluyor. Roman altı yılda yazılmış, belki bir şeyleri değiştirmeye karar vermiştir Tahar, geçmişi italikle verme fikrinin sürmesi devamlılık açısından iyi olurmuş gerçi. Anlatılan zaman var, anlatı zamanı ayrı, ikisi için ayrı hikâye akışları. Annenin sayıklamaları karmakarışık, tam bir dağınık hikâye. “Biliyor musun, öldükten sonra ben de döneceğim, dikkatli ol, evde her daim açık bir yer bırak, sakın her yeri kapama, aslında ruh duvarlardan ve ormanlardan da geçer, uykunuza girene kadar yol alır, rüyalarınıza sokulur ve onları daha inanılır kılar, daha net. Ben ölümden korkmuyorum, yoo kesinlikle korkmuyorum, Allah’ın emri, hem sonra ölüm evliyalara, Peygamber Efendimize ve Allah’a kavuşmak demek, yani korkacak bir şey yok, tersine çok mutluyum…” (s. 89) Ölüm sıradandır, anne gitmeye yaklaştığında feryat etmeye başlamaz, onun için başlangıcın sonudur ölüm, yakınmaz. Mezarı ayarlanmıştır, ömrü boyunca maddi sıkıntılar çekmiş, kocasının basiretsizliği yüzünden kafayı yemenin eşiğine gelmişse de tutumluluğu sayesinde para biriktirebilmiş, giderken de kimseye yük olmamaya çalışmıştır, kaskatı bir sorumluluk duygusu. İlk kaynanası sınamak istediğinde bütün bir sabahını sınava ayırır, temizlemesi ve pişirmesi çok zor balıkların başında saatlerini geçirdikten sonra tepsiyi süsler, balıkları ortaya koyup yollar. Davul zurna sesleri gelir bir süre sonra, kaynana merasimle kutlamak ister gelinini, aileye kabul edilmesinin zamanı gelmiştir. Ne gelenekler var, birden fazla kadınla evlenmek dinen uygundur ama anne için uygun değildir, bu yüzden eşini karşısına alıp sopayı sallamaya başlar. Mecazen, üzerine kimsenin gelemeyeceğini söyler, tavrını koyar, çocuklarını başka bir kadınla paylaşmak istemez. Kadının sözü dinlenir oralarda, aile içinde en azından, üzerine kuma getirtmez anne. Hastalıklar, savaşlar ülkenin peşini bırakmadığı için kocalarını kaybeden annenin çenesini hiçbir şey tutamaz artık, durmadan konuşacaktır, son eşini avcunun içine alamadığı için kırgındır kırgınsa. Eşinin kendisini çok üzdüğünü anlatıyor kadın, gaddarlığı yoksa da pek de düşünceli biri değil eş. Annem de hem düşüncelidir, hem düşünceli değildir, en olmayacak şeyleri öğrenmeye çalışıp en temel şeylerde arıza yaşar. Bambaşka dünyalar diyeceğim, kültür o kadar yakın ki -en azından görünen yüzü- anlayabiliyoruz anneyi. Yıllar süren zorbalık devri bittiğinde nihayet rahatlar da çok geçtir artık yaşamak için, çocuklarında bitmiştir yaşamı.
Kör göze parmak bölümlerden bahsedip bitireyim, Tahar Ben Jelloun’un Avrupalı okurları anlamaz şimdi, kurbanlığı, camiyi falan anlatmak lazım. Yazar o kadar karikatürize ederek anlatıyor ki -aslında niyeti bu değil ama bir parça yeteneksizlikten sanıyorum- bilgi topu iki kat rahatsız edici hale geliyor. İkinci mesele de Paris’teki arkadaşın annesi. Doksanlı yaşlarında dünyayı geziyor kadın, Tahar kendi annesiyle arkadaşının annesini kıyaslayınca, eh, Avrupalıların süper yaşadığına, yaşlı insanların acayip sevgi gördüğüne inanması normal. Tekne turları, koştur koştur müze kovalamaca derken Fas’ın hali pek iyi görünmüyor. İki kıta kafa kafaya çarpışıyor da pek iyi bir şey çıkmıyor bu metinden, ya da Tahar’ın yeteneksizliği deyip çıkacağız işin içinden.
Cevap yaz