Bekir Yıldız – Beyaz Türkü

Sahneye sığdırdığı öyküleri ileri geri çekerek uzatır Yıldız, odaktaki karakterin geçmişini çok eşelemez öyle, sahneyi dolduracak kadarını verir. Dışarıya bakan Şara’yı ele alalım, pencerenin ötesindeki leke kocasının öldürdüğü adamın kanına bağlanacak, o kanın dökülmesinin nedeni çıkacak ortaya, geriye doğru giderken bir anda ileri sıçramak üzere odağa döneceğiz tekrar. Zaman kullanımına ayrıca dikkat etmeli, Yıldız’ın geçişleri genellikle sarsmıyor da bazen çok yakın tutuyor anlatının ineceği noktaları, hızla geçen görüntüleri yeterince derinleştirmediyse karakterler, hikâye, hiçbir şey derinlik kazanmıyor. Bu öykü sınırda, Şara’nın kanı gördükten sonra kocasının ateş ettiğini hatırlaması, ardından komşu adamın kanının dökülmesi, kara ağıt tutturması ve geleceğe uzunca atlama. Genzua, Şara’nın kızı çıkıyor piyasaya, el kadar kardeşine silah atılmaması için kurbanlık kuzu olmaya razı geliyor, annesinin yalvarmalarını duymazdan gelemiyor. Yıldız’ın bu tür öykülerini derinleştirebildiğini bilirim, mesela Genzua’nın çocukluk düşlerinden açar, gerçekten bir kuzu koyar öyküye, bulutları kuzuya benzetir, kuzuyu kurbanlığa benzetir, şeyleri karıştırır ve Genzua’nın ölüevine gidişini törenin ağırlığını, doğanın karaktere vedasını, çocukluğun yitişini, daha da neleri neleri katarak anlatır, bu öyküde eksik olan şey Yıldız’ın aslında yapabildiği genişletmeyi yapmaması, haliyle iyi olduğu ölçüde alışılmış kurguyu arıyor gözler, bulamıyor. Nedir, bir dünya diyalog, Şara konuşuyor, Genzua konuşuyor, vay âdeti ananesi batsın, vay obanın istediği kan akmasın, ölüevinden yükselen ağıtlar dinmeden kara gelinliğini giyip kan hakkından vazgeçmeleri için yola düşen Genzua acısını göğe duyursun. Pastoral hava bir orada var. “İnceden bir yel esti gene. Tozlar havalanıp şuraya buraya gitmeye koyuldu. Ölüevindeki ağıt da gökyüzüne doğru, kara yıldızlar gibi akıp dağıldı.” (s. 11)

“Celb”e gelince, Yıldız’ın her bir zorluk seviyesi için öykü uydurabildiğini sanıyorum. Almanya’da işe mi girecek karakter, iş bulma derdini parasızlık hikâyesine çak, işe girmek için rüşvet mi vermesi lazım, bunun üzerine mi kurulacak mücadele, memleketteki işçi kurumlarına verilen rüşvetlere falan bağla, memleketten öküz sat, kardeşin çok sevdiği hayvan götürülürken ardından koşup ağlasın. Demir Bebek’te vardı mesela, karakter İtalyanlarla, Yunanlarla birlikte çalışıyor, sonra Kıbrıs Harekâtı başlıyor, bütün o dostlukların bittiği günü köydeki çatışmada ölenlere bağla, kopan bağları ülkeden ülkeye denkle, öykü olsun. Ne var bunda, Yıldız’ın tekniği yine, iki hikâye çizgisi, esasın etrafında zaman geçişleri. Münih’ten trene binecek Osman, eşyalarını yerleştirmiş, polislerin koşuşturmasından payına düşen korkuyu alıp koymuş cebine. Babası ekmek uzatıyor, alıyor camdan, ellere bakakalıyor. Ani geçiş: Osman’ın bacısını öldüren eller onlar, ekmek uzatan ellerde ölüm var, alacak mı? İki çizginin kesişimi bu, hikâyelerden biri ileriye, diğeri geriye akacak. Muş var, yokluk büyüyünce Almanya’ya gelmek istemişler, o zamanlar on iki yaşındaymış Osman, annesi Noel zamanı mesaiye kalınca babasının yalnızlığını iyice hissetmiş. Bacısı ağlıyor Osman’ın, baba öfkeli mi, sinirli mi, yılgın mı artık, biberonu iyice tıkıyor. Tıkmamasını söylüyor Osman, babasının ne yaptığını fark ediyor. Karanlık bölge, babanın tam olarak ne yaşadığını bilmiyoruz o sırada, gözleri karardığı için veya pes ettiğinden. Yaşam koşulları. Osman’ın memlekete dönüşünün sebebini öykünün sonunda öğrenebiliyoruz ama şok son da değil, adamın askere gitmesinin öyküyü dank diye bitirmekte işlevsizliği bariz çünkü sıradan bir açıklama sadece, açığa çıkarılacak bir gizem, hayrete düşürecek olay olmadıktan sonra. “Akyavuz” başarılı bir örnek, başka arızaları varsa da final tam sürpriz, iyi. Mekke kadın karanlık basınca gaz lambasından “güneş yapıyor”, edebî atak. Kaçak yolunu gözlüyor, oğlunun iki gün önce dönmesi lazımdı, Mekke kadın merak içinde beklerken kapı yumruklanıyor, üstü başı kan içindeki oğlan geceyle birlikte doluyor içeri, pusuya düşürüldüklerini söylüyor. Mekke kaçakta bir şeylerin değiştiğini anlıyor, Akyavuz’un babası pusuya düşmemiş hiç, olağan dışı bir şeyler var. Da, oğlanın, anasının okura dönerek malumat vermesi fena. “’Baban sağ olsaydı, bu işler başımıza gelmezdi. O, iğnenin deliğinden Hindistan’a bakardı yavrum. Rahmetli, mayından ürkmezdi emme, müzevirlikten ödü kopardı. Müzevir kısmı, ne zengine, ne de dişliye dil döndürür derdi.’” (s. 23) Ne edeceğini, ne diyeceğini bilemediğini görüyoruz Mekke’nin, anlatıcı o çaresizliği gösterdikten sonra niye natık pozu kestiriyor karakterlerine bilmem. Diyaloğun başında Akyavuz’un falsosu yok, köyden dört kişinin öldüğünü söylüyor, çatışmada kirvesi de can vermiş, hükümete müzevirlemiş biri de öyle yakalanmışlar, tamam, sonra söylediği şu: “’Babamın zamanında, müzevirlik bunca yaygın değildi aney,’ diye sözü açmaya başladı. ‘Kaçakçılık fakir fukara işiydi eskilerde. Sermayesi de yiğitlik. Aç adamın yüreği büyük olur aney. Emme, zenginler bu işe merak salalı, kaçakçılık korkakların yamacına geçti. Ve de müzevirlik günbegün parlamada kurban olduğum aney.’” (s. 24) Cortlama kendiliğinden geliyor zaten, Mekke oğlunun anlattıklarını zaten bildiğini söylüyor, eşinden dinlemiş zamanında. Oğlanın bunu bilmemesi tamam da bilgi topağını bir kusuyor, anası muhatabı değil o sıra, besbelli. Olayı anlatıyor Akyavuz, pusuya nasıl düştüklerini, çatışmaya nasıl başladıklarını, Mekke dinliyor da köylülerin inanacağı bir hikâye çıkmaz oradan, yani pusu Akyavuz’un işi de olabilir. Olamaz, müzeviri bulmuş oğlan, öykünün sonunda kanlı heybesindeki yükün müzevirin kafası olduğunu söylüyor, şoklu nokta.

“Tahir Usta” kitaptaki en iyi öykülerden biri, iki kardeşin çocukluklarından itibaren ailelerini çekip çevirmeye çalışmaları, hayatın özlerini katılaştırmasının sonucunda yaşlandıkları zaman birbirlerine şefkat gösterememeleri, zamanlar arasında makul bağlar, çocuklukla yaşlılık arasında hiçbir bağın kalmamasının acısı, tıka basa dolu öykü. Tahir Usta makinesinin başında, ne zorluklarla kurdukları işin başında kardeşi var, patron masası köydeki anılarıyla dolu. Uzun uzun değneklerle koşturup sapanlarıyla serçe vururlarmış, bostanlara yaklaşan ini cini ürküterek. Karanlıkta bozkır, kardeş korkunca Tahir’e sokuluyor, ağasının yanında güvende. Makineler işliyor, gürültüler içinde köyün seslerini bulmaya çalışıyor Tahir Usta, anasının kara sevdaya tutulup dağ tepe dolanmalarına varıyor. Babalarının elinde zincir var, eşini dövecek, kadını okutup üfletmelerine rağmen geceleri bozkır yeline kapılıp gidiyor ne varsa. Anne, Baba, üf, bir çocukların korkusu kaybolmuyor çünkü kardeş korkuyor, ana ölecek mi, Tahir bilmiyor ama kardeşini sakinleştiriyor, anasını karanlığın içinde bulup eve getirme görevini üstleniyor ki babaları kafayı kırıp öldürmesin kadını. “’Aynalar,’ derdi. ‘Ayna tuttular bana. Bey düştü, aynadaki yanıma kurbanım. Cinlerim var; uzun, al şaldan eteklerimi önümde, ardımda tutmuş. Uy benim beyim, uy benim paşalarım. Geldim işte.’ Fırlamak isterdi sonra. Şangırdayan zincirlerle olmasa, uçup giderdi belki de, bozkır üzerinden, kimbilir nerelere. Çekerdi ama babaları. Kapaklanırdı kadın yere.’” (s. 31) Akıl sağlığı bozuk anneden siparişlere, telefonla gelen isteği abisine iletiyor kardeş, yetişir mi? Öflemiyor Tahir Usta, yorgunluğunu unutup yetiştireceğini söylüyor ve anılarına geri dönüyor. Yevmiyeye kadar tifonun, sıtmanın vurduğu köylülerini, kardeşini düşünüyor, kuş kadar çocuğu sırtına alıp hastaneye götürdüğü zamanları. Kardeşinin analığını da yapmış Tahir, çaresiz, sonra mesaisinin kesildiğini duyunca bilemiyor artık kim olduğunu, beklediği paralar gelmeyince eksik yevmiye veren kardeş kim, patron mu, köyde koyun koyuna yıldızları izledikleri can çocuk mu? Hikâyeler arasındaki geçişleri daha çok sese dayandırıyor Yıldız, bu öyküde Tahir’in bozkırdan atölyeye taşıdığı seslerin etkisini az da olsa görebiliyoruz. Hüzünlü, atağı taklası olmadığı için iyi bir öykü. Usul usul üzüyor.

Yıldız’ın orta karar kitaplarından biri, iki üç öyküyü ayırıp söylüyorum.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!