Zeyyat Selimoğlu’nun öykülerinden birinde Heybeliada’da dolanırız ama sıradan bir dolanma değildir, Selimoğlu anlatıcısını vapurdan indirir, sonra sokak sokak gezdirmeye başlar, Rum kasaptan Yahudi meyhaneciye görmediğimiz, duymadığımız kalmaz, sokakların tarihçesini çıkarasıya. Şu sokakta bunlar yaşanmış, şu binalarda şunlar yaşamıştır, bu sokakta bilmem hangi meşhur dolanmış, çocuklar okula bu sokaktan yürümüştür, insanlarla mekân arasındaki ilişki gündelik yaşamın detaylarıyla kurulmuştur yani, iyi bir öyküdür o. Genişletelim, yolculuğa vardıralım, anlatıcı İstanbul’dan Harran’a gitsin 1960’lı yıllarda, Yıldız’ın metni budur. Otogarda başlarız izlemeye, Harran’ın kerpiç evlerinde hikâyenin peşini bırakırız. Yetmiştir zaten, memleketimden insan manzaraları yormuştur çünkü hayat zordur, evsizler gar oturaklarına yatıp dinlenmeye çalışırlar, Almanya’ya gidemeyenler kaçakçılığa burun kıvırmazlar artık, başka yolu yoktur, mayına basmanın korkusu akıllarına bile gelmez. Fikret Otyam’ın yazılarında vardı, zamanında TBMM çalkalanmış bu yüzden, mayına basıp ölen bir kaçakçının bedenine kurtlar kuşlar dadanmış çünkü kaç gün bırakılmış öyle, ne asker ne köylü kimse gitmemiş, almamış bedeni. Cumhuriyet’in o yıllarda varmadığı yerler oralar, şimdi vardığı da şüpheli, Yıldız’ın anlattıkları o mayınların zamanı. Baştan başlayalım, Anadolu Garajı surların yakınlarında bir yerde, boydan boya mezarmış oralar da yıkılmaya yüz tutunca bir şeyler dikilmiş üzerine. İstanbul’da mezarlıkların üzerinde yaşıyoruz, tarih boyunca kaç mezarlık kaybolmuştur öyle bilinmez. Arka arkaya devrilmiş mezar taşları. Yüzlerce otobüs, hemen dibinde. Yedikule’ye doğru yıkık dökük uzanan surlar. Geriye gider anlatıcı, zamanı geri sarar çünkü kudreti vardır buna, ne yapabileceğinin farkındadır ama ölçüyü şaşırmaz, mesela surların dibinde uyuyan bir yolcu mu, kalpazanlar yaklaşıyorlar, yolcunun atını kesip çuvallara dolduruyorlar hemen, uzuyorlar. Yolcu uyandığında atının iskeletini görecek, kalakalacak öyle, bilmiyor yüzyıllar sonra binlerce arabanın -araba?- gelip geçeceğini Topkapı surunun ötesinden. Bilmiyoruz yüzyıllar sonra evlerimizin yerinde ne olacağını, tuhaf.
Öykü öykü diyeceğim, aslında bağlantılı anlatı parçaları da diyebiliriz, böylesi daha iyi olur. “Türkiye Camlara Yazılmış” misal, yazılara yaslanan bir anlatı. Garajda bir yerlere giden otobüsleri duyuruyor yazılar, yetmiyorsa çığırtkanlar bağırıyor, Van’a otobüs, havalı Apollo, 302 Mercedes, Çanakkale üzerinden İzmir, Harput otobüsü geliyor, kararsızlık çekmesin hanım, otobüs hemen kalkıyor, rahat. Anlatıcı bilet alacak, sohbet ediyor, 9 numara olmaz mı? Olmaz, bayan yanıdır, veremezler, herkesin anası bacısı vardır. Başkası gelir, havalı Magirus otobüs, şahane yerer diğerlerini: “‘Bakarsın, körlemeden Bussing’e düşersin. Başka firmada. Konya ovasına vurunca anlarsın Hanya’yı Konya’yı. Zil takmış dansöz gibi şıngırdar camlar.’” (s. 8) İlginç, marka üzerinden pazarlama. Şimdilerde bitti tabii, otobüs yolculuğuna fark katan hiçbir şey kalmadı mı? Man istiyor anlatıcı da o hatta Man çalışmıyor, Urfa üzerinden Harran’a gidecekse başka firma, başka otobüs. Çayırağası diye bir firma, hâlâ var, şaha kalkmış at resmi de hâlâ logosu firmanın. Develerle başlamışlar taşımacılığa, atlara geçmişler, sebebi bu. Araba vapurunda sıra kapacak otobüsler, bu yüzden hemen fırlamak istiyorlar, yolcusunu tamamlayan basıyor gaza. Tam hayat sigortası yapan daha çok yolcu alıyor, ölenler için kaç paracık verilecekse tamam, kileri doldurmaz da katıklık çıkarır belki. Yola çıktılar mı, sigara yakıp muhabbet etmeye başlayabilirler. Yolculuk nereye, oraya, anlatıcı da şuraya, “Menderes iyiydi de kıymetini bilemediler”se muhabbet yürümüyor, susuyor anlatıcı, “Almanya kötü”yse muhabbet yürür çünkü Yıldız bu metinde de hunharca eleştirir Almanya’yı, sömürüyü. Yolda kocaman bir kamyon görüyor anlatıcı, Almanca “makine” yazıyor kasadaki sandığın üzerinde. “Kimbilir diyorum kendi kendime, makinanın gideceği Anadolu, bu makina karşılığında kaç yüz kez dolduracak bu kamyonu; kavun, karpuz, üzüm, elma, armut, pamuk ya da yurt dışına çalışmaya gidecek emekçi adaylarıyla… Almanya’yı düşünüyorum bu sıra. Muz, demiştim birisine, nasıl da ucuz memleketinizde. Biz, demişti Alman, uçakla, küçük bir makina yollarız Afrika’ya örneğin, karşılığında gemi dolusu muz gelir…” (s. 11) Arabalı vapurda atık kâğıt kamyonu, yakılmayacak da kitap olacak sonra, Hitler’in ruhuna lanet. Harem’e yaklaşıyorlar o sıra, esas yolculuk başlıyor. Kıymetli yolcular, Çayırağası yolcuları, füf füff, hayırlı yolculuklar, İstanbul-Antep arası 1100 kilometre, Allah yolculuğu tamamına erdirsin, nasip etsin arayı kapatmayı. Sohbetler başlasın artık, uyumasın diye şoförün yanına oturanlar mı, sigara üzerine sigara yakıp milleti uyutmayanlar mı, ayakkabısını çıkarıp ortalığı kokutanlar mı, türlü çeşitli. Motor ustaları var bir de, otobüsleri kıyaslıyorlar, kamyon motoru oturtulan otobüslerin yokuşlarda nasıl boğulduğunu anlatıyorlar, molalarda eğilip otobüsün altına bakarak motoru çakmaya çalışıyorlar, eğlence lazım yola. Alamancı var yolcuların arasında, radyosunu çıkarıp ikinci memleketinden haberleri dinliyor: “‘Vatanım, nasılsın iyi misin? Yeni vilâyetin Münih’ten selâm. Ana, para postaladım sana. Oğlun Davud Kılıçkesen. Füf, füf… Zeliha kız, duyuyon mu beni?.. Sesimi getiren arkadeşle, 500 Mark yolluyom. Ağlama kız, seni de alecem Münih’e… Huzurunuzda Kamanlı Recep.’” (s. 19) Daha da Almanya: Biri ciğerlerini vermiş, biri başka organını, gidemeyenlerin alavereyle gitmesi için. Kalanlar belli bir ücret karşılığında “yardımcı”, kaç haneli köylerine dönmeden önce son bir voli vurmak isteyeni de vardır, sonuçta birileri giderken birileri kalır.
Bolu yakınlarda, yolculardan birinin kolu dağ yolundaki kazalar yüzünden yok, fırlamış otobüsten de ağır yaralanmış. Mola veriliyor, her şey full faça ama yemek gelince anlıyor dümeni anlatıcı, şoförler bedava yemek yiyorlar, para da alıyorlardır o tesislerde mola versinler diye. Adam kolunu bulmuş kazadan sonra da saati yokmuş kolunda. Olur mu olur, Yıldız araya böyle bir şey koyuverir, anlattığından bambaşka bir yere kırar çarkı, bahsettiği bir konuya döner, konunun detayına daha doğrusu, vuruverir okuru. Ankara’ya geldikten sonra da var örneği. Yanındakini uyandırıyor anlatıcı, inip şöyle bir bakınıyor. Bekleme salonu, sepetler, çantalar, bavullar, iple bağlanmış öbekler, çöpçüler, yolcular, işsizler, uyuyacak yeri olmayan yüzlerce işsiz, evsiz, hepsi omuz omuza. Jack London, Uçurum İnsanları, tam o manzara. Lisenin sonlarıydı okuduğumda, Bordo Siyah basmıştı, Londra’nın ara sokaklarında binlerce insan sokaklarda yaşıyor diyeceğim, yaşamıyordu aslında, ölümü de beklemiyorlardı, sadece var oluyorlardı öylece. Var da olmuyorlardı, o kadar dipte yüzen yaşamlar için sözcüğüm yok. Ankara Garı’nın anlatıcıya bu metni anımsatması doğal. Yola devam, Konya artık, dümdüz yol. Gecenin bir vakti şoförle konuşmak lazım, fıkra mıkra, şaka maka yok, sırf muhabbet. Antep’e götür, Antep’ten getir, yolcu bir kez gidip bitiriyor ama şoför geçtiği yollardan döneceğini düşündükçe sıkıntı basıyor içini, ömründe kaç kez gidip gelebilecek o yolda, o sıkıntıyla? Kaza yapmamış, yapar, o zaman firmanın adı kâğıtla kapatılır, fotoğrafı çekilmesin. Mini eteğinin üzerine şalvar çeken kız, yolculuğun ortasında. Alamancı indi mi Ankara’da, sırf Urfa yolcuları kaldı artık. İncirlik’ten geçiyorlar, üs dimdik ayakta, ses seda yok. Nemrut’un hikâyesini anlatacağı birini buluyor bizimki, hani sinekler artsın da hükümdarlar yıkılsın, öylece bilinçlenir mi insan? Deniyor anlatıcı, uyandırmaya çalışıyor, kapitalin ele geçirdiği yolları söylüyor, parayı yollara dökenlerin boşa asılmadığını doğrudan söylemiyor da sezdirmeye çalışıyor, tersoyu yiyince başka konulara. Pamuk mu yok, ağalar paraları mı vermiyorlar, çalışmanın karşılığı yoksa, emek hiçleniyorsa kaçakçılıktan başka yol yok. Ablasının yanında gidiyor anlatıcı, aile bitik. Harran’a gidiyor, bitik.
Ne yolculuk ama, Yıldız’ın en iyi metinlerinden.
Cevap yaz