Şöhret Baltaş – Koşarken Yavaşlar Gibi

Özlem’e gelen telefonla tayfayı toplama operasyonu başlar, toplanacak bir tayfa varsa telefonun öncesine, karakterlerin bir araya gelmelerine mutlaka değinilecektir çünkü çatışmaların temellerini görmek, kardeşliğin hangi bağlarla tutturulduğunu anlamak gerekecektir. Düşününce, Derry’den gelen telefonla taş kesilen karakterlerin geri dönmelerine yol açan mevzuyu anımsatan bir durum var bu romanda, Aycan’ın kızı Esin sanki Mike gibi, zamanı geldiğinde numaraları teker teker çeviriyor da geri gelmelerini istiyor annesinin arkadaşlarından, yapılması gereken işler varmışçasına. Var, Aycan’ın ölümünün üzerinden yıllar geçmiş, acılar küllenmiştir, sonra ortaya tuhaf bir mektup çıkar. Fakülteden tanıdıkları Ali Rıza’ya vermiştir mektubu Aycan, kızının büyümesini beklememiştir de söyleyeceklerini geleceğe bırakmıştır. O arada dört kadın, zaman içinde ayrı düşmüş dört can arkadaş kendi mücadelelerini verirken üniversite yıllarındaki protest ruhlarını korurlar, kimi aktif olarak direnirken kimi ailesini bir arada tutmaya çabalar. 1970’lerin sonunda başlayan arkadaşlıklarının toplumsal çalkantılarla fişeklenen gücü ayakta kalmalarını sağlar, Aycan beşinci olarak bir yere kadar dayandıktan sonra pes eder de -bundan sonrası sürprizi kaçıracak, uyarırım, dileyen sonraki paragrafa geçsin- intiharının ortaya çıkmaması kurgu zayıflığı olarak görülsün, Esin annesinin ölümünden nasıl şüphelenmedi, kadının doğal biçimde öldüğü, arabasıyla giderken kaza geçirip(?) denize uçtuğu hemen nasıl kanıksandı, muamma. Mektup okunurken karakterlerin şaşkınlıkları da ilginç, sanki kimsenin aklına gelmemiş gibi.

Ne kadar kuvvetli olurlarsa olsunlar, ne belaları atlatmış olurlarsa olsunlar ki atlatamadıkları bir dünya acı var, ölüm her an yanlarında duruyor, arkadaşlarını, sevgililerini alıyor bazen, Canan’ın solcu ablasını koparıyor onlardan, intihar her zaman dile getirilmeyen bir seçenek olarak sallanıyor tepede. Ölüme dönelim, cenazeye Canan, Cemile ve Özlem birlikte gidiyorlar, Nihan’a ulaşamıyorlar çünkü kadın o sıralar kırık kalbiyle uğraşıyor, bir yıl sonra Özlem yoklamak için telefon ettiğinde Aycan’ın eşi Yaşar’ın buz sesini işitiyor ve bağ kopuyor, Esin’le yıllar boyunca konuşmuyorlar. Pişmanlık büyüyor, hikâye boyunca karakterlerin birbirlerini yeterince kollamadıkları için hayıflandıklarını görüyoruz, hayatın savurduğu insanlar olarak üstlerine düşeni yaparak çoluk çocuk, geçim meçim derdine kapılıyorlar da unutuyorlar yaşadıklarını, bir zamanlar gece gündüz birlikte olduklarını, duvar yazılarının ve ölümlerin giderek arttığı ülkede insanca yaşamanın yollarını aradıklarını.

Beş kadının hayatlarına odaklanan bölümlerin iki arızası var, aslında sırf o bölümlerle de ilgili değil, anlatının tamamıyla ilgili arızalar: aile üyeleriyle ilişkilerin yoğunluk farkları ve serbest dolaylı anlatıcının karakterleri ezip geçmesi, anlatmayı bir türlü bırakmaması. Canan’ın oğlu Özgür lise sınavlarına hazırlanırken gitar tıngırdatıyor, aklı fikri müzisyenlikte. Canan oğlu için başka bir gelecek düşünüyor, müzikten yana gönlü yok. Yüzeysel çatışma bu, Özlem bir ara Canan’la konuşması gerektiğini düşünüyor oğlanın içindeki ateş sönmesin diye, bu kadar. Eksikliği fark edilmez, hani Canan kendi ebeveynini düşününce yanlış yaptığının farkına varabilirdi, iyi de olurdu ama şaralop diye geçiyor mevzu, tekrar mevzubahis olduğunda derinleşmiyor. Özlem’in kızı Ezel’in eleştirileri diyelim, annesini yeterince devrimci olmamakla suçluyor özetle, oysa Özlem geçmişte ne tehlikeler atlattı. Ne tehlikeler atlattı? Kızıyla tartışmıyor, doğrudan söylemiyor söyleyeceğini de anlatıcıya söyletiyor sanki, buradan da ikinci arızaya geliyoruz. Anlatıcı dışarıdan öyle bir didaktizm patlatıyor ki teoriyle pratiğin güreşi paragraflar boyunca sürüyor misal. Verme, iki diyalogda çöz, hem karakterlerin devinimini sağlayıp hem gerçeklik yanılsamasını fişekle. Yok, iç monolog olarak başlayan ders anlatıcının tiradına dönüşüyor. “İnsanın cinselliği, gençliğin sorunları, sokak çocuklarının şiddete eğilimi, yoksulluk, depresyon oranının hızla yükselmesi, pazartesi sendromu filan, hepsine ayrı ayrı adlar takıp ayrı kompartımanlara tıkıştırıyorlar ve uygun reçeteler yazıp huzurlu uykulara dalıyorlar. Bölüp parçalıyorlar hayatımızı. O kadar güçlüler ki, sesim cılız kalıyor, kimseye ulaşmıyor, yoruluyorum, tükeniyorum…” (s. 8) Açtın gitti, karakterleri bu çerçevede kıstırdın, Canan’ın ablası Feyman’ın ölümü hemen ardından geldi bunların da ıskalandı resmen. Tempo sorunu da var metnin, ölümden dostluğa, geçmişten şimdiye hızlı geçişler aslında eklektik olmayan metnin çizgisini parçalıyor. Yorucu.

Canan aralarındaki en cevvali, ablası Feyman’ın tayfaya insan olmayı öğretmesinden çok önce almış dersini. Babası Hasan Usta’nın hikâyesini de öğreniyoruz arada, diğer karakterlerin babaları bu kadar ayrıntılı anlatılmamıştır. Karabük’ün dağ köylerinden birinde doğan Hasan Usta’nın ailesi çok yoksuldur, odunculukla kıt kanaat geçinirler. Zonguldak’a yollanan Hasan orada gemilerde çalışmaya başlar, tanıştığı Yavuz Baba’dan elektrik işlerini öğrenir, Zonguldak’a döndüğünde hemen evlenir. Gerisi Feyman ve Canan. Cemile kenar mahalledeki evinden kaç kilometre yürüyerek geliyor okuluna, yolda komünist olduğu gerekçesiyle dayak yiyor, hocalarına kafa tutuyor, az değil. Nihan yanlarına gelene kadar sempatizan sadece, solculukla ilgisi yok ama o da katılacak aralarına. Özlem üniversite hocası, sanıyorum Boğaziçi’nde çünkü biraz yürüyerek aşağı indiğinde Boğaz’a çıkıyor. Okuldan kendisine ilgi gösteren bir adamla birlikte çay içmeye iniyorlar bir ara, adam elini tutmaya çalıştığında arasının bozuk olduğu eşini hatırlıyor Özlem, her şeye rağmen eşini sevdiğini düşünüp içindeki kıpırtıyı bastırıyor, adamı reddediyor orada. Emek vererek her şeyi düzeltebilirler. Mektubun okunma faslından hemen sonra eşini arayarak aralarındaki sorunları çözebileceklerini söyleyince, eh, Aycan’ın veda mektubunun tüy diktiği kedere bir tepik atmış oluyor, filmin sonu elbet mutlulukla bitmeli. Klişe. Düşünüyorum, hoca olduğu için mi Özlem’in bölümleri dersle dolu, hayır çünkü diğerlerinin bölümlerinde de aynı ses, benzer ders. “Yeryüzünde çılgınca tüketilen malların peşinden çılgınca koşan insanlar olarak, ne giydiğimizden ne yediğimize, hangi programları izleyip hangi imaj balonlarını dediler gibi alkışladığımıza kadar yeterince aynı değil miyiz zaten?” (s. 33) Sınavda soru olarak sorabilir bunu Özlem, not alıyor. Erdem’le aralarında dikilen hayalet bu dertlerden ayrı değil, bir yerde kopmuşlar, oysa o toplantılarda ateşli konuşmalar yaparak dikkat çekmişti Erdem de Özlem’in kalbini çalmıştı. Farklı görüşteki solcular birbirlerinin kafalarını kırmaya başlamadan önce oturup konuşabiliyorlardı, o zamanlardan bir sahne. Klasik hikâye aslında, gençler umutla doluyken darbesiydi, faşistiydi, silip süpürüyor ortalığı, baskınlar yüzünden pek çok insan kayboluyor ortadan, plakasız araçlar gecenin bir körü gelip insanları alıyorlar, ölüler şehrin çeşitli yerlerinde beliriyor, hapishanelerin önünde bekleşen anneler, Gülten Akın, arkadaşların davadan vazgeçmeleri, dönek olarak dünyanın parasını kazanmaları, direnenlerin keriz olup olmadıklarını düşünmeleri derken ayakları kayıyor haliyle, güzelliğin paylaşımı anlamsızlaşıyor, değer karmaşasında neye tutunacaklarını bilemeyen karakterler savruluyorlar oradan oraya. O mektup toparlıyor işte, yıllar öncesinden bir sağlama, düzelti, Aycan arkadaşlarına geçmişte nasıl dik durduklarını hatırlatıyor da toparlanmak için güç buluyorlar. Nihan hayatını mahveden o ayrılıktan sonra aşkı buluyor hatta, Ali Rıza’yla yakınlaşıyorlar, güneşler doğuyor. İzmir’in tepelerinde bir kavuşma, Ali Rıza’nın evinde geçmişe yolculuk. Zamanında Aycan’la birlikte olmuşlar, acılarını hafifletmişler, tanışlık oradan. En başta Özlem’e telefon eden Esin, Aycan’ın kızı, babasının yeni eşiyle mutlu olduğunu söylüyor, rüyalarında ağzı dikişlenmiş olarak beliren annesinin sessizliğini bozması için o mektubun tayfaca, annesinin arkadaşlarınca okunmasının şart olduğunu düşünmesi normal, tutunabileceği bir şey gerekiyor, annesinin intihar ettiğini öğrenme pahasına.

Aksaklıklarına rağmen iyi bir roman, okunası. Daha iyi kurgulanabilirmiş, onun dışında beş kadının 1980’lerde birbirlerini kollamalarına dair hikâyeler yeter okumak için.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!