Ahmet Rasim – Anılar ve Söyleşiler

Ahmet Rasim’in Resimli Ay, Cumhuriyet, Akşam ve Resimli Perşembe‘de kalan, anlaşıldığı kadarıyla bu kitap hazırlanana kadar herhangi bir kitabında yer almamış yazılarını derlemiş Nuri Erten, dili sadeleştirmişse de aşırıya kaçmamış, üslubu korumuş. Vedat Günyol’un giriş yazısında mevzular özetlenmiş, genel bir bakış. Hazineyi geniş geniş görmeli, Rasim ne yazdıysa keyifle okunur da bu kitaptaki yazıları en iyilerinden bazıları, Kudüs gezisinden dönemin yazma çizme, yeme içme alışkanlıklarına kadar pek çok ilgi çekici konuyu içeriyor, acayip iyi. Tabii yazıların bazılarına başka kitaplarda rastlayabiliriz, ben rastladım ama Zekeriya Sertel’in soruşturmasını tekrar anmalı. Sertel muharrir ve ediplerin nasıl yazdıklarına dair bir yazı dizisi hazırlamış, Rasim’in cevapları: beş altı saatlik deliksiz uykudan sonra istekle çalışmaya başlamak güzel, Rasim uyanınca ortalığın karanlık olmasını seviyor. Öğleden sonra yazdığı varsa da sabaha bir iki saat çalışmanın tadı, zevki yok o zaman. Okurken sarhoşluk verici bir maddenin etkisi altında değil, ağzına bir iki damla içki aldıktan sonra mektup bile yazamıyor. Çay zihnini açıyor, kahve de açıyor ama o kadar değil. Gürültü sevmiyor, ihtiyarlık bastırdıkça hele. Heyecanlandıran yazılarını yorulmadan, bıkmadan yazıyor, muhtemelen tamamlayana dek. Yazdıklarını bir daha okuyabilir, belki okuyamaz, gazetecilik yaşamı karıştırıyor işi. Temiz hokka, temiz kâğıt, düzen, tamamdır. Buradan Rasim’in yazarlık yüzünden çektiklerine geçebiliriz, 1927’den bir dizi yazı. Ne yoksulluk, ekmekçi bile veresiyeyi kesmiş, Rasim’in gazetelerde yazarlık etmesi yasaklanınca işsiz güçsüzler safına selam. Tren büyük sorun, ailesiyle birlikte Bakırköy’de oturan Rasim bilet parasını bile çıkıştıramayınca sabahın kör karanlığında yürümeye başlıyor, eşinin gözleri yaşlı. Bir seyir vardır, geçtiği yerleri anlatır Rasim, kara kara düşüncesinden doğanlar boğar şehri. Jorj’a marş, Galata’nın orada bakkaliyesi çakkaliyesi bir şeyi var adamın, Rasim bu İngiliz ahbabıyla vakit geçirmekten hoşlandığı gibi çaresiz kaldığı zamanlarda borç istemekten çekinmez, Jorj da hiç kırmaz arkadaşını, kurtarıcı vazifesi görür. De, o gün pazar, Jorj piyasada yok, büyük yıkım. Mösyö Zove var, Kuledibi civarındaki bodrum katında yemek çıkarıyor, içki veriyor, iyi adam. Elini uzatıyor Rasim’e, Jorj da var, Rasim’in sırtının yere gelmemesini bu ikisi sağlıyor dense tamam. Atlattığı tehlikelere bakalım Rasim’in, bir kere jurnalcilerle başı belada ama hafiyeler bu temiz kalpli adamın alavere çevirmediğini anlayınca dengeliyorlar durumu, mesela biri Rasim’le doğrudan konuşuyor, hani her gün nereye gidiyorsa bir kâğıda yazıp versin, akşamları hafiye kâğıdı alıp gitsin. Padişahın adamlarından çekinmeli asıl, bir gün izbandut gibi bir adam nezarete götürüyor Rasim’i, odanın tekine sokuyor, saatlerce beklemesine rağmen gelen giden olmayınca akşam karanlığında binadan çıkıp gidiyor Rasim. Korkuyla dolu iki gün geçiriyor, mevzu ortaya çıkınca kendini kurtarmayı zor da olsa başarıyor, ilgili paşaların yardımı olmasa vaziyet yaş ama. Jorj’un İngiliz ajanı olduğunu fiştekliyorlar bir zaman, tanıdıkları Rasim’i uyararak dükkâna gitmemesini sağlıyorlar. Bitmiyor, Rasim bir mekânda fırtınanın dinmesini beklerken tanıdıklarından biri çıkıp ayaküstü dolandırıyor, Rasim’in cebindeki son parasını alıp tüyüyor. İyice umutsuzluğa düşen yazarın yardımına peşine takılan hafiye yetişiyor, merak etmemesini, Jorj’dan para almadığını bildiğini söylüyor. Cebi dolu olsa dolandırıcının gelmesini öyle uzun uzun oturup beklemez. Korkmasa yine anlaşılacak. Onca yazar öldürülmüş, paşalar ortadan kaybolmuş, Rasim de ölümüne korkuyor haliyle, en iyi ihtimalle sürgüne gönderilse ailesine bakamayacak, üstelik İstanbul’a dönemeyecek bir daha, fena. Tutuklanma vakası da var, yazarı atıyorlar bir gün nezarethaneye, saatler boyunca akıbetini bekliyor, sonra elbet salıveriyorlar. Komşu ailelerden biri aç kalınca Rasim’in eşi aileyi olduğu gibi evine alıyor, birlikte yarı aç yaşamaya başlıyorlar, durumdan haberdar olan Jorj hemen çuvallar dolusu gıdayı Bakırköy’e gönderiyor ama o da nesi, eve giren çuvalları görenler hemen jurnalliyorlar Rasim’i, evi inzibatlar basıp aramaya kalkıyorlar. Kayış kopuyor artık, kaç zamandır dehşet içinde yaşayan yazar hemen gidip telgraf çekiyor Saray’a, kim var kim yok herkesi durumdan haberdar ediyor. Ertesi gün bir subay geliyor ziyarete, Rasim bütün aileyi evin dışına çıkardıktan sonra evi arayabileceğini söylüyor ama subay iyi niyetle gelmiş, II. Abdülhamid’in duruma çok üzüldüğünü söyleyerek özür dilercesine konuşuyor, yine de bir süre İstanbul’a inmemesini söylüyor yazara. Hikâye üzerine hikâye, herhalde Rasim’in en çok korktuğu zamanlardır.

Değinilecek çok olay var ama geziden bahsedip bitireceğim yazıyı. Ne serüven bu da, atlatılan badirelerin haddi hesabı yok. Alman İmparatoru II. Wilhelm’in İstanbul’a ikinci gelişi sırasında şehirde toplar patlar, muzikalar çalar, şenlikler düzenlenir. O sıralar Malûmat‘ta çalışan Rasim bütün tatavayı takip eder, gazetenin sahibi Baba Tahir’in emrindedir. Bu oynak, sinsi Baba Tahir devletten şantajla para sızdırmış, Terkos’un boka püsüre bulandığı haberini yapmaması karşılığında kodamanlara diz çöktürtmüş bir adamdır, güçlüdür, her türlü oyunu çevirir. Rasim’i de oyuna getirir, Wilhelm’in Kudüs ziyaretini haberleştirmesi için beş parasız yollar adamı. Arkadan gelecektir, merak etmesindir Rasim, para elbet eline geçecektir. Ertesi gün Rasim gemiye biner, parayı yetiştireceğini söyleyen Baba Tahir’in limandaki el kol hareketlerinden ayvayı yediğini anlar ama yapacak bir şey yoktur, doğru Hayfa’ya. Limana çıkarlarken gemideki Şakir Ahmet Paşa’dan haber gelir, Rasim’le birlikte gazeteci arkadaşı Zühtü Bey artık ne yaparlarsa yapacaklardır, gemide kalmalarına müsaade yoktur daha fazla. Süveyş’i geçemeden öyle kalakalırlar, gerisi kader. Horlanırlar, aç kalırlar, denk geldikleri hayırsever insanların yardımıyla yola devam ederlerken manastırlarda, kiliselerde kalırlar. İlginç değil, o sıralar Osmanlı’nın yönetimindeki topraklar yokluktan kıvranmaktadır adeta, Zeytindağı‘ndaki sahneler Rasim’in anlattıklarıyla uyuşuyor. Bir gemiden bahsediyor Rasim, İzmir Kruvazörü, zamanında denizin dibinden çıkarılmış da yürümesini sağlayan aksamı tamir edilip atılmış denize. Boyası yok, mürettebatının ayakları çırılçıplak, üstelik skorbüt kol geziyor. Umutsuzluk ele geçiriyor ruhlarını, hemen Baba Tahir’e telgraf. Cevap lanet cinsinden, para gelmeyecek, cepte beş kuruş yok, civarda su da yok. “Meğer Kudüs’te değerli olan gereksinimlerden biri de suymuş! Toprak kireçli olduğu gibi tuzlu da olduğu için derilerimiz yanıyor, haşım haşım, uyuz olmuşçasına kaşınıyorduk.” (s. 73) Temiz bir yatak buldukları zaman şükrederler, rahipler rakı sunduklarında kafaya dikerler, oradan oraya savrulurlar resmen. Patrikhane olmasa yola devam edemeyecekler, eve zaten dönemeyecekler zira Almanlar kendi tellerinden çalıyorlar, Osmanlının adamlarından zerre hayır yok. Ne yapıyorlar üstüne, o dönem yurt dışına kaçma vakaları arttığı için bizimkileri takip ediyorlar, horluyorlar. Kafayı yersin, öyle bir eziyet. Çaresizlikten başka bir ülkenin konsolosuyla görüşmek zorunda kalıyor Rasim, eşinden gelen üzücü telgraf başka çare bırakmıyor, oysa casuslukla suçlanmasına yol açacak kadar tehlikeli bir iş bu. Fazlası var, benden bu kadar. Bir de maaşın peşinde hasta hasta koşturmaktan bahsedeyim, Rasim bir gün kan kusuyor, ağır bir hastalık geçiriyor belli ki. Reçete yazdırıyor ama ilaçları alacak parası yok, doğruca Ahmet Mithat Efendi’nin haso adamının yanına. Adam parayı vermiyor, Rasim çakıyor bunun beynine bir tane, tepetaklak ediyor ama parayı yine alamayınca bu kez patronunun yanına koşturuyor. Ahmet Mithat önce laf söyletmeyecek oluyor pinti adamına, Rasim’den lafı yiyince yelkenleri suya indiriyor. Yani üstü başı kan içinde, hasta bir emekçi var karşısında, belki beynine inecek yumruktan çekinmiştir de vermiştir parayı. Muhtemelen.

Dört dörtlük. Sahaflarda bulunur.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!