Kasaba öykülerinin yanında “Gelişigüzel Bir Serüven” gibi adı kendinden menkul öyküler vardır, aslında her öykü bir parça gelişigüzellik taşır zira Timuçin ne bir başlangıç ne bir son biçmiştir metinlerine, sesin açılıp kısılması gibidir hikâyeler, zirveye ulaşmadığından zirveyi, inişi çıkışı taşımaz. “Neden Bazı Akşamlar” mesela, anlatıcı tepeden indiriyor durumu, akşamları Necati’nin kahvesine takıldığını söylüyor. Masa topal, yer kuytu, zaman donuk, anlatıcı kitabını okurken etrafına göz atıyor ama aslında göz atmak için mi yoksa kitabını okumak için mi orada, kim bilir, sadece mekân. Çeşit çeşit insan geliyor oraya, bu gelişlerden ikisi ilgilendirecek bizi ama daha var, önce gözlem. Öğrenciler, memur emeklileri, sanatçı eskileri, sanatçı yenileri, türlü insan dolanıyor oralarda. “Biz orta yaşlılar duygu açısından özel bir topluluk oluşturuyoruz. Bakışlarımızdaki dirilikle gözlerimizin altındaki çöküntüler varlığımızda kökten çelişkili iki şeyin, yaşamla ölümün kardeş kardeş geçindiğini duyuruyor.” (s. 7) En garipleri genç şairler, şair gibi giyinip coşkun coşkun konuştukları için şair olmayan şairler onlar, kendi halinde oturup muhabbet edenler, dikkat çekmeyenler asıl şairler. İlk gruptakilere tüm kötü eleştirmecileri de katabiliriz çünkü tıkıştırır böyle şeyleri Timuçin, öykülerinden felsefe kırıntıları dökülür, sanatla uğraşan insanlar geçebilir, şaşırmamalıyız. Anlatıcı hastalıklı bir aşktan yeni kurtulduğunu öykünün ortasında söyleyebilir misal, konuyu hemen kapatabilir. Nedir, acının keskinleştirdiği bakışa dikkat çeker belki, hikâyenin ilerleyen bölümlerinde ortaya çıkacak çiftin yasak aşkına anlayış göstereceğine işaret etmiş olabilir, kısacası neyin neden söylendiğini kestirmek için söylenenin eylemlerle eşleşmesi gerekebilir, gerekmeyebilir, düşüncenin derinliği önemlidir. Yasak aşk: “Biri gelip bunları tak tak vursa, ahlakçılık sanatında filozofları bile geride bırakan gazetelere amma iş düşer. Yazarlar da yazarlar artık. Amaç gerçeği dile getirmek değil -çünkü böylesi bir gerçek kimseyi ilgilendirmez, bunu bilir onlar-, amaç duyguları kamçılamaktır.” (s. 9) Hikâyede taklalar bitmez, anlatıcı neden bazı akşamlar o kahvede oturduğunu merak ederek bitirir öyküyü. Şöyle, derinleşmemesine rağmen hikâyeyi sürdüren her düşünce üst üste yığılır, bilincin saf edimi, karmakarışık bir toplam kalır, öykü olur. İyi olur. Her öyküde bu ölçüde bir yoğunluğa rastlamayız, kasaba öyküleri sıktığı canlar yüzünden ömürden ömür götürür, bir de afili kufili dilliyse eyvah, katran kaynamaya başlar. Neyse, Timuçin ortaya kasabayı yırtıp atan tuhaflıklar sokuşturarak kurtarıyor hikâyeyi. Hasankale’nin kükürtlü sularına arkadaşı Necdet’le giden anlatıcı bir güzel paklanır, oysa ikisinin de kükürtlü suya ihtiyacı yoktur. Bütün öykü bu olabilirdi, yani bir kasabada can sıkıntısından yapılan saçma sapan işlerin teki bile öykünün hemen ölmesine yol açınca hayra çıkmış sayılır. Devam ediyoruz, Hasankale’nin kıyısında kocaman bir çadır kurulmuş, gezici kumpanya gösterilerini sergilemeye başlamıştır. Kavruk bir delikanlı deli gibi bağırmaktadır çadırın girişinin önünde, koca bir göl canavarının henüz ele geçirildiğini, iki kuyruklu ve kanatlı mahlûkun dehşet saçtığını duyurmaktadır. Aynı anda Memet abisinden on kişiden fazlasını içeri almamasını rica eder, demek ki canavar o kadar insanı yemektedir bir lokmada. Çadırdan çıkanlara sorarlar, kimse canavarı anlatmaya çalışmaz, suskun kalarak, kısa ve anlamsız cevaplar vererek uzar. Parayı toka edip içeri giren bizim çavuşlar üç maymun ve bir köpekle karşılaşırlar, gösteri başlamıştır. İçerideki kokuşmuş, kirli adam maymunlarla oynar biraz, sonra Hindistan’dan getirilen Abdülkerim’in falcı kızlarının gelecekten haber vermek için beklediklerini açıklar, ilgili ziyaretçiler kızlardan yaşamlarının geri kalanlarını öğrenebilirler. Sonra sıra canavara gelir, kirli adam canavarın kafesinin örtüsünü şöyle azıcık kaldırıp hızla indirir. Kimse bir şey göremez, bizimkiler itiraz ederler ama kirli adam canavarın yorgun olduğundan, yoksa onları afiyetle lüpletebileceğinden bahseder. Ben abartıyorum biraz, lüpletme kısmı yok ama öykünün havasını yansıtıyor işte böyle üfürmeler. Güvenilirlik gitti şimdi, eğer her yazıda böyle şeyler uyduruyorsam kim neye güvensin. Hiçbir şeye güvenmeyin, beyaz veya gri zemindeki kara lekelere bakıyorsunuz sadece. Evet, anlatıcıyla arkadaşı dışarı çıktıklarında gördüğü şeyden çok etkilenen bir adamın tekrar içeri girme teklifini reddederler çünkü günlük saçmalık kotaları dolmuştur ama adam pes etmez, dalar içeri. Anlatıcı kafası çalışan biridir, kasabanın sıkıntısını iyi bilir, meraklı adamın hayalini kurcalamaz. “Çadırın önünde bir oşınograf gibi durmasa, canavar manavar yok enayi, ne canavarı sayıklıyorsun sen, buzlu camın arkasında canavar mı saklanırmış, adam hepinizi, hepimizi kabak buldu, sırtımızdan para kazanıyor, diyebilirdim. Ama onun kurduğu, kurup süslediği kumdan kuleler yıkılıverirdi o zaman Onun kumdan kuleleri yıkılırsa, yerine ne bulur da koyardık Hasankale’nin düzünde?” (s. 16) Hani diyeceğim ki kasaba öykülerinin parodisini çatmaktadır anlatıcı da burada ciddiyeti bir anda yükseltiverir, oyunluktan çıkarır dalgayı, yine de Kavukçu’dan Çiftci’ye okurun ümüğünü küçük insanların okyanussal dünyalarıyla sıkan kim varsa alayını elinin tersiyle çadıra sokuverir, kasabaya yeni bir soluk getirir. İyi olur. “Su İçsem Yarıyor” benzer frekansta bir öykü, Ladik’li Nasuhi beyin oğlu Erdöl’ün günden güne şişmesiyle ilgili. Bu obez kişi kahvaltıda iki ekmeği gözü kapalı gömerken durmadan kilo almaktadır tabii, ailesi dert edince anlatıcıya başvururlar, Erdöl anlatıcıyı abisi bellemiştir çünkü. Bağlantılarının yardımıyla doktor ayarlar anlatıcı, yallah hastaneye. Doktor perhiz verir elbet, Erdöl perhize uyacak gibi değildir, bu yüzden anlatıcıdan rica eder ki ailesine Erdöl’ün viski değil de rakı, ekmek değil de pasta yemesini tembih ettiğini söylesin doktorun. Cümle maşallah. Sırf bu değil, Erdöl’ün komünist düşmanı olduğunu görüyoruz mahallede, ailesinin leş gibi insanlardan oluştuğunu öğreniyoruz, yine de anlatıcı pamuk kalbinden taşınmasına izin vermiyor Erdöl’ün. Timuçin aslında tam istediğim öyküleri anlatıyor, matrak, ciddi, sınıf çatışmasıysa sınıf çatışması, toplumsal çalkantıysa toplumsal çalkantı.
“Aşkın Beni Öldürmez” tarzındaki öyküler ilginç, mesela “A.T.” nam şahsın öykünün başına düştüğü not, okuyacağımız metnin Hınçal adlı birinin ısmarladığı film senaryosundan türetildiğini anlatıyor. Film hiçbir zaman çekilememiş ama öykü tamam. Bol ağlamalı, bol kavuşmalı ve ayrılmalı hikâyede kör olmalar, ameliyat parası biriktirmeler, bütün klişeler vardır yani, Timuçin bunları tokuşturarak mizahî bir üslupla aktarır. “Tahmasp Turizm” gibi örnekler düşük ayarlı, yine de başarılı. Oğlan İstanbul’a hukuk okumaya geleli yıllar olmuştur, mezun olmaya niyeti yoktur, annesiyle babasını ha bugün ha yarın diye diye kandırır. Baba emekli memur, oğlu okusun da hakim, savcı olsun diye bekliyor, anne farklı bir şey beklemiyor, çocuksa zengin olmayı bekliyor. Çok beklemeyecek, girdiği karanlık işler sayesinde kıracak parayı da babasını işe katmayaydı iyiydi. Yıllar sonra memlekete döndüğünde babasının aklına girer, yeni kurduğu turizm şirketinin başına geçmesi için adamcağızı tey İstanbul’a götürür. Baba bütün kıytırık işlerle uğraşmasına rağmen unvanı “genel müdür” olduğu için razı gelir angaryaya, ne de olsa patron her işi kendi yapmalıdır yapabiliyorsa. Oğlan o sıra bolluk içinde yüzerken babasını pek sallamaz. Gevşek değil, sıkı da değil, ortalama öykü. Sonuncu öyküde serbestçe salınır hikâye, sanatçı olduğunu öğrendiğimiz anlatıcıyla muhatabı arasında geçen konuşmalar sanatçının eleştiri karşısındaki tavrını, muhatabın eleştiri adı altındaki edepsizliği hangi uçlara dek götürebileceğini gösterir.
Timuçin’in öyküleri dikkate değer, denk gelen okusun.
Cevap yaz