Viyana’yla Budapeşte arasında Tuna’nın suları ıssız bölgelerden akar. Islı bölgelerden de akar ama tam orası, İsveçli’yle anlatıcının geçtiği bölgeler söğütlerle çevrelenmiş, en yakın kasabanın kilometrelerce ötelerde olduğu, inin cinin top oynadığı yerlerdir. Bataklıklar, sığlıklar, söğütler, yaban. Tarih boyunca birileri dolanmış olmalı oralarda, Romalılar oralardan geçip tanrılarını yaymışlardır, belki de dünyanın dışında bir yere ulaştıklarını düşünüp korkarak uzaklaşmışlar, hiç durmamışlardır suyun kenarında. VanderMeer’in üçlemesindeki doğaüstü veya insanın idrak edemeyeceği kadar doğal mekân, şehir insanı için tehlikelerle dolu muhtemelen, özellikle bizim gezginler için. İlk sayfalar Tuna’nın kollarına, ulaştığı insansızlığa ayrılmıştır ki bilinmeyenin dehşetini iyice hissedelim, metnin sonundaki inceleme yazısıyla mevzuyu güzelce açıklayan Yankı Enki’nin söylediği gibi Lovecraft’in korku anlatılarının temelini buluruz bu sayfalarda. Bir iki noktada Enki’nin ele almadığı mevzular daha da açabilir metni, karakterlerin “insansız bölge”ye eriştiklerini düşündüklerini söyler Enki ama hem oradan geçen, gezginlerimizi uyaran kayıkçı adamın varlığı, hem de karakterlerin eski çağlardaki medeniyetlerin yayılmacılığını düşündüklerinde tahayyül ettikleri insanların sesi doldurur o coğrafyayı, ne ki el değmemiş değildir söğütlerin olduğu topraklar, değen eller diplere çekildiği için kimse oralarda dolanmaz sadece. Anlatıcı dünyaya ait olmayan varlıkları ancak sezebilir, gördüğü bir iki silueti hayal ürünü olarak damgalar ki aklını kaybetmesin, dolayısıyla bilincin devinimiyle var olabilen güçlerin söz konusu olduğunu söyleyebiliriz. Cthulhu düş görecek kimse olmasaydı unutulmuşluk içinde uyumaya devam edecekti örneğin, buradaki varlıklar da zihinlere saldıkları imajlarla tezahür eder. Alakasız ama merak ettim, R. E. Howard dört dörtlük öyküsü “Kara Taş”ı yazarken Blackwood’un Kara Orman’ından etkilenmiş midir, söğütlerin dehşet saçtığı atmosferi öyküsüne bilinçli olarak mı taşımıştır, düşünürüm. Evet, İsveçli mantık adamıdır, hayallere kapılmaz, bu yüzden anlatıcı kendini güvende hisseder çünkü hayal gücü durmadan çalışıp dehşetler üfürür ortalığa da o hiçliğe ulaştıkları zaman ikisi de “izinsiz girenleri ikaz eden onca yazısız uyarı olan bu krallığa izinsiz, hatta küstahça” girdikleri için gülerler, birbirlerine takılırlar. Burada Enki’nin değindiği korku türlerine bir bakabiliriz, tarihsel süreçte doğanın anlamı insan için sürekli değiştiğinden Wordsworth’ün doğasıyla Thoreau’nun doğası birbirini tutmamaktadır haliyle, peki Blackwood için nedir olay? Kendisi yakın bir arkadaşıyla birlikte Tuna’da dolanmış, söğütleri görüp zaman ötesi korkunçlukları düşlemiştir, doğanın bu tür düşletiminin sebebini kentten, burjuvaziden taşmada arayabiliriz. Kentin saçtığı korku kamusal insan olmaktan çıkmanın korkusudur, örneğin Hyde başlı başına çarpıklıktır, bunun yanında Doyle’un mumyası ve Stoker’ın vampiri dışarıdan, çağlar ve coğrafyalar ötesinden gelen varlıklardır, şehrin orta yerine düşerler. Moretti’ydi galiba, Doğu’dan gelen bu ucubeleri Avrupa’nın fiilen veya ekonomik anlamda işgal edilme korkusundan doğduğunu söylüyordu, süper bir incelemeydi o. Burada yabandan çıkıp gelen değil de yabanın kendisi tehlikedir artık, ehlileştirilmemiş doğanın bağrında öcüler kol gezmekte, şehirden gelen gezginler suyla, kumla, ağaçlarla boğuşmaktadırlar. “Söğüt çalılarından oluşan bir ordu” kuşatmıştır çadırlarını, üstelik Karadeniz’e kadar süren bir tehlikedir söğütler. Su da tehlikedir, her an huzursuz eder, köpürüp kabarması karayla sürdürdüğü “dövüş”ün etkisidir, ayrıca gezginlerin bindiği kanonun “canına okur”. Devasa yaratığın birçok özelliğini öğrenirler yolda, yine de her özelliğini öğrenemezler tabii, örneğin rüzgârlarını, adacıkları yaratıp yok edişini acı tecrübelerle fark edeceklerdir. Nedir, sığındıkları bir adanın hareket ettiğine dair “tuhaf bir sanrı”ya kapılırlar, kükreyen tufan söğütleri kaldırıp fırlatacak gibidir, kısacası doğanın sabit unsurları pek de sabit değildir gezginlere göre. “Ve doğal unsurların aksine, söğütler huzursuzluğumla muğlak bir bağ kuruyor, çok sayıda oluşları sebebiyle zihnime bir şekilde, sinsice saldırıyor ve ne yapıp edip hayalimde yeni ve muazzam bir güç, dahası, bize karşı pek de dost canlısı olmayan bir güç canlandırmayı beceriyorlardı.” (s. 14) İsveçli’nin ne düşündüğünü gecenin ilerleyen saatlerine, hatta ertesi güne kadar öğrenemeyiz ama anlatıcı aklında biçimlenen düşünceleri, endişeyi sözcüklere dökmeyi başarır, söğütlere baktığında dünya dışı bir manzarayı izlediğini düşünürken İsveçli manzaraya girer ve sudaki bir karaltıya işaret eder. Ölü bir insan mı, değil, su samuru ama insana benziyor. Benzemiyor, gözleri sarı, tuhaf bir beden. Nedir o, amorf bir varlık aslında, biçimleri bozan bir algı çarpıklığı. İnsan ne gördüğünden de emin olamıyor artık, anlatıcı gecenin bir körü uyanıp çadırdan çıktığı zaman söğütlerin üzerinden göğe yükselen varlıkları bu yüzden tanımlayamıyor. Tanımlanacak bir şey görmediğini düşünecek sonradan, savunma mekanizması. İsveçli’nin mekanizmalarının iflası en beklenmeyen olay muhtemelen, o bile kabul edecek tezgâha geldiklerini, adım adım. Tuhaf kurgunun taşıdığı korku, üzerine psikolojik alavereler, şahane bir kurgu. Karakterlerin arasındaki sessizlik en az doğa kadar etkileyici, hele kurban muhabbeti başladığı zaman. Roma’nın oralara uğramadığından bahsetmişlerdi, mevzu kurban ritüeline geliyor zihinde, hani Romalılar kendileri gelmediyse de tanrıları oralara gelmiştir de kurbana ihtiyaç duyuyorlardır. Bu durumda ölmemek için bir kurban vermeleri gerek ama kimi verecekler, hani birbirlerine düşmeleri de beklenebilirdi ama Blackwood klişe yollara sapmadan mekânın kıskacını anlatmaya devam ediyor. Kharon’u andıran kayıkçı da tanrılara gönderme olarak değerlendirilebilir, bizimkiler tuzağa düştüklerini düşünmeye başladıkları sırada sislerin arasından çıkan kayığa dikkatle bakarlar ama fırtına yüzünden adamın elini kolunu sallayarak, haykırarak anlatmaya çalıştığı şeyi anlamazlar. Muhtemelen orada kalırlarsa öleceklerini söylüyordu o Macar, adacığa yanaşmayıp arazi olmasından belli. Bizimkilerin kafayı yiyecekleri sırada karaya vuran adam o kayıkçı mı acaba, havadan gelen kurtarıcı ölümüyle bizimkilerin duasını alsa da Blackwood’un bulduğu son tepeden inme bir çözümle düşürüyor romanı.
Detaylara bakalım, anlatıcı söğütlerden yükselen biçimleri görünce “yoğun bir tapınma hissiyle dolup taşıran” güce karşı çaresiz kaldığını hissediyor, inanca aşina olsa yırtardı. Belki ritüeli olmayan tanrılar o görünenler, dünyanın henüz bilmediği güçler, belki yeni bir panteon oluşuyordur. Lovecraft’in öykülerinin daha tekinsiz olmasının sebebini Blackwood’un bilinmeyene bakışında buluruz, zaman ilerledikçe bizimkiler kayıklarının dibindeki deliği, küreklerinin kemirildiğini fark ederler. Anlatıcı bir an sislerin içinde dolanan koca varlığı görmüş, ödsüz kalmıştır. Bilinmeyenin korkusundan bahsedeceksek gerçekten de bilinmemesi gerekir bilinmeyenin, nesneleri kemirdiğini, kaybettiğini, mesela çadırın üzerinde tepindiğini bilirsek form kazanır ki beyin böyle çalışır, boşluğu hemen doldurarak varlığı biçimlemeye kalkar. Dolayısıyla kürek de kalsın, tekne de cortlamasın, kumdaki yuvarlak izler kalabilir, mümkünse hiçbir şey bilmeyelim malum varlık hakkında. Zaten saldırının fiziksel bedenlerine değil, zihinlerine yapılacağını düşünüyor anlatıcı, İsveçli de öyle düşünüyor ama gördükleri iki ölünün de bedenlerinde kumdaki izlere benzer yaralar açılmış, kısacası fiziksel etkinin bu tür hikâyeleri kopardığını düşünüyorum, fiziksel etki görmek istemiyorum, hatta hiçbir şey görmek istemiyorum, sadece gerilmek ve korkmak, bilinmeyenle karşı karşıya gelen insanın halini bilmek istiyorum. Clive Barker’ın öykülerinde çok sıkı örnekleri var bunun, palyaçolu olanda örneğin, kanın gövdeyi götürdüğü bölümler vardır ama öncesinde karakterlerin arasındaki güç ilişkisi, birinin diğerine korkunç tahakkümü öylesi anlatılır ki karanlık güç apaçık ortada olmasına rağmen insanın derinliklerine inmez, bilincin dibi hâlâ görünmez, uçurumdur hikâye.
Klasik. Mutlaka okunmalı. Karanlıkta 33 Yazar‘da vardı sanıyorum, lisede aklımı uçurmuştu.
Cevap yaz