H. Rıdvan Çongur’un düzenlediği kitap ilginç, 1961’den itibaren “dil saatları” yayını yapılan radyolarda Türkçenin gelmişi geçmişi anlatılırken 1965 yılında tartışma formatına geçilmiş, dil uzmanlarının yer aldığı programlarda Öztürkçecilik, yenileşme hareketleri, aşırılık, ideoloji, ne varsa tartışılmış. Tartışmaların giderek arttığı o dönemde Çongur’a göre dil daha da özleşiyor, yabancı dillerin boyunduruğundan kurtuluyor ama arada Türkçeye yerleşmiş sözcükler de mi kaynıyor, yenileşme fişeklendiği için çat çut kıyım mı yapılıyor aslında, mesele bu. İddialar muhtelif. “Bugün de dil hareketinin baş kaygısı halkça anlaşılmak ve sevilmek olmalıdır. Bunun yolu yüzde yüz kelime soyculuğuna gitmek, bütün yabancı sözcükleri Türkçeden atmak değildir. Deyimlere, atasözlerine, masallara, Karacaoğlan ve Köroğlu şiirlerine karışmış binlerce tabancı söz var ki, bunları yok saymak, dili yoksullaştırmak olur.” (s. 16) Örnekler sıralanıyor ilk programda, Tanzimat Fermanı’nın anlaşılmazlığı, 19. yüzyılın sonlarındaki gazetelerde yer alan haber dilinin kafa cortlatması alıntılarla sabitlendikten sonra Ziya Gökalp’in görüşlerine yer veriliyor: millî lisan için Osmanlıca yok sayılarak halk edebiyatına, kaynak Türk diline dönmek lazım ama dile iyice yerleşen sözcük varsa da atmamalı. Elbette Atatürk’ün sözleri, 1928’den: “‘Arkadaşlar, bizim ahenkdar, zengin lisanımız yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulunduran, anlaşılmayan işaretlerden kendimizi kurtarmak ve bu lüzumu anlamak mecburiyetindeyiz. Anladığımızın asarına yakın zamanda bütün kâinat şahit olacaktır.’” (s. 10) Harf konusu da tartışmalarda açılıyor, tek bir harfin karşılamadığı ses zenginliği için Arapçadaki farklı yazılışların örnek gösterilmesi o zenginliğin belirgin hale getirmekten değil, Arap alfabesine geri dönülmesi gerektiğinin gizli isteğini taşıyor gerçi, Ömer Asım Aksoy’un konuştuğu bölümde “gericilere” karşı nasıl dik durduğunu görüyoruz. Milliyetçi damarın dille ilgili diğer görüşleri nasıl çapacort ettiğini de görüyoruz, deniyor ki Türklerin yazıcıları İslam milletleriyle temasa girdikten sonra hatalar yapmışlar, Acemleşmiş şairlerden, Araplaşmış mollalardan bir sürü Arapça, Acemce sözler istimal ederek Türk dilini değiştirmişlerdir, bu hadise milliyet duygusunun ve dillerin gelişim tarihine ilginin yokluğundandır. Yani sırf bunlardan değildir elbet de resmî ideoloji malum, 1960’ların ikinci yarısı zaten, İslamcı dalgaya karşılık Türkçü dalga kendini korumaya çalışıyor. Batılılaşma yolunda üstelik, Batı uygarlığının bir parçası olacaksak Türk düşüncesini yaratacak yeni dil hem yeni kavramların, terimlerin karşılıklarını içermeli hem de halkın benimsediği yönleriyle toplumun en uç kesimlerine yayılmalı. Benimsenmeyen sözcükler, karşılıklar piyasadan yavaş yavaş kalkacak, tutanlar tutacak. Öncülere ihtiyaç olduğu gibi öncülerin aşırıya kaçmaması da lazım, Aksoy bir yerde Ataç’ı yüz yüze de çok eleştirdiğini ama o olmasa onca sözcüğün yerleşmeyeceğini söylüyor, aşırılıklar olmadan normale ulaşılamıyor demek ki. Her önüne gelenin sözcük uydurmaya kalkışması eleştiriliyor mesela, “sözcük kirliliği”nden bahsediliyor da bunun bir ehliyeti yok, düşünen herkes ekini kökünü tutturup dili yenileştirmeye çalışabilir. Aksoy da diyor, kendileri bir karar mercii değil, sadece fikirleri salıyorlar ortalığa, yoksa bazı sözcüklerin kullanılıp bazılarının kullanılmayacağına dair bir kanun falan yok. Tartışmada detaylarını öğreniyoruz bunların, Ömer Asım Aksoy’la Millî Eğitim Bakanlığı Öğretmeni İşbaşında Yetiştirme Bürosu görevlilerinden Fahrettin Kırzıoğlu arasındaki diyalogları özetleyip vereyim: Kırzıoğlu’na göre çıkarılan kanunlarla ordunun, okulların birtakım deyimleri, rütbeleri değişmiş, bazıları tutunamamış. Soyadı Kanunu ile çıkarılan “bay” ve “bayan” sözleri de tutunamamış, yerine “bey” ve “hanım” kullanılıyor hâlâ. “General” konusunda çok haklı değil, “paşa”nın kullanıldığını söylüyor ama ordu ortamındaki muhabbetin halka sirayet ettiği söylenemez, hani “İsmet Paşa” falan denir de günümüzde “general”dir mevzu. Gerçi zamanla da alakalı, 1960’ların ortasında yeniydi bu olaylar, neyin kalıcı olacağı pek öngörülemiyordu, altmış yıl sonra baktığımızda açık. Kanun yoluyla gelen sözcükleri köylüler benimseyemiyor, halk kullanamıyor, dilin aşırı sadeleşmesi Batı’ya doğru yönelmenin yanlış sonuçlarından biri. Aksoy hiçbir tercihin fire vermeden benimseneceğini kimsenin ummadığını söylüyor karşılık olarak, kimi sözcükler elbet tutmayacak, tutanlarla yola devam. “Mektep”, “talebe”, “muallim” gibi halkın kullandığı sözcüklerle de yetinmemeli, öyle olsaydı “okul”, “öğretmen”, “savcı”, “göçmen” gibi sözcükler ortaya çıkmayacaktı. Sonrasında safsataya doğru dümen kırıyor Kırzıoğlu, Aksoy’un sinirlenmemeye çalıştığını cevaplarından anlayabiliyoruz, matrak. Nedir, “hesap” yerine “aritmetik” önerilmiş de terim anlamlı sözcük orada söz konusu olan, Kırgızoğlu’na göre “hesap” zengin anlamlar içeriyor kullanımına göre, öyle zort diye kaldırılamaz. Ayrıca Tuna’dan Çin’e kadar geniş bir Türk dünyası var, oranın insanları İstanbul’dan pek çok kitap götürmüşler de İstanbul Türkçesini öyle öğrenmişler, şimdi dili tepetaklak edince neyi nasıl öğreneceklermiş, bağlarımız gevşiyormuş, romanlarımız okunmaz hale geliyormuş. Aksoy alıyor eline sazı: “Dışarıdan Dil Kurumu’na birçok gazeteler, dergiler gelir. Hatta yabancı radyoları dinledinizse, orada yorumcuların nasıl öz Türkçe kullandıklarını, nasıl Türkçe yayın yaptıklarını görmüş, duymuşsunuzdur.” (s. 27) Türkiye dışında yaşayan Türkler de bizdeki değişimleri takip ediyorlar, bizim yolumuza giriyorlar, ayrıca aynı şeyi şimdi de yapabilirler, dergileri kitapları falan ülkelerine götürüp yenilenen dille yazıp çizebilirler yani. Diğer mevzu, dilden hiçbir sözcük atılmıyor, öyle bir kudreti yok zaten Kurum’un, sadece daha yeni, Türkçenin köklerinden doğan yenilikle sunulan sözcükler tavsiye ediliyor, kullanılan kullanılıyor, yoksa “hesap”ın atıldığı satıldığı yok. “Sözün kısası, devletin böyle et attığı konular, ancak kanunlarda ve okul terimlerinde olabilir. Öteki anlamlarda serbest yazarların diline zaten hükümet zoruyle karışma diye bir şey düşünülemez. Hükümet hangi yazara ‘Sen şu kelimeyi kullanacaksın!’ diyebilir? Dese de, olumlu sonuç alabilir mi? Alamaz. Ancak, ortaya atılan sözcükler, gene sanatçılar tarafından atılmaktadır, gene bilim adamlarınca önerilmektedir. Bunların da tutanı tutmakta, tutmayanı bırakılmaktadır. Zorlama sözünü ben hiç kabul edemiyorum. Çünkü, zorlamayla dil olamaz.” (s. 30) Aynı tartışmayı sürdürüyor Kırzıoğlu fakat bu sefer tersten, elbette Kırzıoğlu da köklere dönmekten yana, o zaman halkın sıklıkla kullandığı sözcüklerin TDK tüzüğünde ne işi var? “Merkez” yerine “özek” diyemiyorsa sebebi var, ilkinin anlamını tam karşılayacak sözcükler tedavülde değil. Batı dillerinden sözcükler uydurulmuş mesela, “genel” ve “general” ne işmiş, bir an önce özleştirilmeliymiş bunlar. Aksoy muhatabının konuyu dağıttığını, konuşmalarındaki düşüncelerin tam tersini ileri sürdüğünü söylüyor. Ben olsam sinirlenir, “Geri zekâlı mısın oğlum sen?” diye çıkışırdım açıkçası, sakinliğini koruyor o, süper. “Arkadaşım tutuyor, Dil Kurumu, tüzüğündeki şu şu kelimeleri özleştirsin diyor. Bunların özlemesini zaten kendisi istemiyordu, yavaş yavaş olsun diyordu. Demek ki, aslında, Dil Kurumu da birdenbire özleştirme yolunda değildir.” (s. 36) Zaten hiçbir dil %100 özleşmiş değildir, Türkçenin o denli özleşmesi mümkün değildir, illa yabancı sözcükler, kökler yer alacaktır, alsındır o zaman. Kırzıoğlu’na göre liselerde Osmanlıca eğitimi verilmelidir ki bu Arap ve Fars kökenli dilin inceliklerini öğrensin insanlar, böylece Türkçeyi de daha iyi konuşsunlar, Aksoy’a göre giderek sadeleşen dil göz önüne alındığında ne alaka oğlum, örgün eğitime Osmanlıcayı sokmaya lüzum yok, isteyen kolaylıkla öğrenebilir. Kırzıoğlu diş geçiremediğini anlayınca öğretmenlere çakmaya başlıyor bu kez, çoğu öğretmenin dilini iyi bilmediğini, yanlış kullandığını falan filan söyleyerek tartışmayı iyice sulandırmaya başlayınca nokta konuyor zaten, Aksoy karşısındakini iyi çözümlediği için yapıştırıyor finalde: alfabe değişince anamızdan atamızdan kopmadık, dil bütün varlığıyla dinamik, kullanılıyor. Arapça öğretimi belli ki o zamanlarda tabuymuş, Aksoy öyle bir uygulamayı gerekli görmediğini söylüyor.
Bir iki konuşma daha var, Ahmet Oktay ve Mehmet Çınarlı’nın katıldığı dikkate değer, okurun elinden öper. Dilimiz neydi, ne oldu, görmek için bakınız.
Cevap yaz