Memleketimizde muhtelif sorunlar vardır. 12 Eylül sorunu, Türk sorunu, Kürt sorunu, sınıf sorunu, atölyelerin ortalığa leş kitaplar yayma sorunu, sadakat sorunu, kapital sorunu ve domates sorunu. Uzun süredir doğru düzgün domates bulamıyorum, mevsimi geldi geçti ama tarımımızın durumu malum, sünük domatesler yemek zorunda kaldık. Bu sorunun giderilmesinden yana umudum var, diğerlerinin giderilmesinden yana yok. Kötümser çekimserlik miydi, korkulu ustalık mıydı, karanlık umut muydu neydi, o hissi, vaziyeti de çoktan aştığımız için ben zarı domates için atıyorum. Hadi bakalım. Onca sorunu karakterlere dağıtma yoluna gidebiliriz hatta iki sorunu bir karaktere, bir sorunu iki karaktere yayabiliriz, bu karakterleri çakıştırır ve toplumun kırılma noktalarında birbirleri arasındaki bağları koparır veya gevşetirsek ortaya üç beş dram çıkar. İnsanlık dramlarının devletin dandik refleksleriyle ortaya çıktığı malum, bizde de bazı örgütlenme biçimleri zaman zaman ortaya çıkarak diğer biçimler üzerinde tahakküm kurar, bunu katliam gibi korkunç yöntemlerle yapar üstelik, sonra ortalığı silip süpüren postal gelir, önüne çıkanı tekmeler, herkes çiçek olur? Osman Akınhay’ın Gün Doğmadan‘ında mıydı, farklı fraksiyonlara bölünmeden önce aynı örgütte yer alan yoldaşlardan biri diğerinin kafasında sandalye kırabiliyor, oportünist konformist falan filan çetenin yok olması için beyin dağıtma yoluna başvurabiliyordu, buradan hareketle söyleyebiliriz ki içeride kıyım, dışarıda zaten kıyım, milletin birbirine kıymaya yer aradığı bir ülkede sorunlar rahatlıkla dağıtıldıktan sonra karakterlerden bazıları yurt dışına kaçmalıdırlar çünkü burada yaşama ihtimalleri kalmaz, ölmek istemeyen kirişi kırıp soluğu öldürülmeyecekleri topraklarda alırlar. Geride bıraktıklarını yeni evlerinde, evliliklerinde bulmaya çalışırlar, bulamazlar, başka bir şeyin anca yarısını bulurlar çünkü tamamlanma şansı yoktur o yarımlığın, diyelim yıllar sonra geri dönme ihtimali doğduğunda, yasal olarak “aklandıklarında” dahi dönmezler, geride hiçbir şey kalmamıştır, geçmişte yaşananlar başka birinin başından geçmiştir. Ayrıca her zaman tehlike vardır bizim ülkemizde, Doğan Akhanlı’yı sadece müthiş romanıyla anmak isterdim ama öyle bir çile çekmiş ki Akhanlı, hukukun geldiği noktayı daha iyi gösteren örnek azdır. Link mink vermeden anlatacağım ama önce Aysan’ın romanı, karakterlerin bakış açılarıyla bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm, bir kaçış ve diğer meseleler. Karakterler aynı sesle konuşuyorlar, Wegner dahi bizim Türklerden başka türlü düşünemiyor, dili kullanamıyor gibi görünüyor, hatta kedi Catlin’in sesi var, tıpkı karakterlerin sesi, kendi de karakter olduğu için. Bir de boş sayfa var, birinin sesi yerine bir başkasının sesi gelecekmiş ama gelememiş o sayfaya. Oluyor öyle şeyler, bir dipnotta da yer verildiği üzere İstván Örkény’nin böyle bir taklası vardır, hatırladığım kadarıyla Cem Akaş’ın böyle bir taklası vardır, hatta sayfayı boş bırakmıştır da yazının başlığıyla metni ortaya çıkarmıştır Akaş, o da ilginçtir, başka da pek çok yazarın başvurduğu bu numara Aysan’ın metninde de yer alır yani. Metinde bir yumruk sallanır, esas kadın karakter Elâ akademik bir etkinliğe katılmak için hocası Wegner’la Viyana’ya gelince geçmişin o düğüm düğüm, büklüm büklüm sicimlerinin oralara getirdiği eski eşi Orhan kıskançlık krizine kapılıp Wegner’a çakar iki tane, kan revan içinde kalan adam Orhan’ın Elâ’dan özür dilemesini ister. Başarılı bir sahne değildir, ne Orhan’ın öfkesinin boyutlarını gördüğümüz ne de sahnenin tansiyonunu güp güp yaşadığımız için atılmak için atılmış bir yumruktur o, aslında çoğu olayı sırf hikâye anlatımını sürdürmek için kullanılmış enstrüman olarak görebiliriz zira Aysan anlatımın baştan sona aynı tempoyla sürmesini öncelemiş, karakterlerin derinliklerini başlarından geçen olayların büyüklüğü ve karakterlerin uğradığı haksızlıkların ortaya çıkardığı savrulmalarla sınırlandırmıştır. Ses farklılaşmıyor, yaşantılar aynı düşünme biçimine varıyor, o zaman düğümlerin çözülmesi, mesela Elâ için travmatik etkilere yol açabilecek önemli buluşmanın etkileri metne yansımıyor, neye maruz kalırlarsa, ne yaşarlarsa yaşasınlar karakterler hiçbir şekilde gelişmiyor, adeta yaşamıyorlar. Karakterlerin kaç nesillik tarihi ortaya çıkarmak için dolanıp durdukları romanları düşünüyorum, misal Jonathan Safran Foer’ın Her Şey Aydınlandı‘sı, esas oğlanımız ABD’den Ukrayna’ya geldiği zaman başkadır, köklerini bulduğu zaman bambaşkadır, arada bulduğu şeylerin bilincinde değiştirmediği pek az şey vardır. Romanı romanla ölçünce Silsile cılız kalıyor ve en iyileriyle ölçüyorum çünkü en iyileri kadar iyi romanlar okumak istiyorum. Kötü bir roman okumadım ama tatmin edici bir niteliğe de rastlamadım açıkçası, yine de ülkenin özünden kopardığı insanların bir araya gelme çabaları etkiledi, dostluğun bir nevi ihanete dönüşme aşaması, aşkın her şeyi affettirmesini sağlayan karakterin masumiyetini doğal biçimde kabul ettirmesi sıkı örülmüştü, iyiydi. Edebî ataklar yok değil, “içi bir sürmene bıçağı gibi deşen his” katanaya da benzeyebilir açıkçası, benzetmenin bağlamı kayıp. “Kerelerce” sözcüğü kerelerce, üstelik farklı karakterlerce kullanıldığı için kimin bölümünü okuduğunuzu kerelerce unutabilirsiniz, bakarsınız. Magritte-Foucault-pipo üçgenini birbirlerine adım adım açıklayan karakterlerin uzun zamandır tanışmıyorlarmış gibi bilgi topakları atmaları, eh. Memleketin, yıldızların, gençliğin çok uzak olması gönderme, metinde pek çok göndermeye rastlıyoruz ama diyalogların içinde de çıkabiliyor bunlar ansızın, karakterler o an düşünüyor olamazlar sanıyorum bilmem kimin bilmem hangi şiirini de sokmuş olsunlar konuşmalara. Bundan sonrası sürpriz bozan, uyarırım: “Ya Ömer Baba? O, Elâ’nın gerçek babası değilse kimdi? Yok yok, kesin olarak kafayı yiyordum. Belli ki Füsun Ataş yıllar evvel Said’le bir ilişki yaşamış, sonra her şey geride kalmıştı. O kadar.” (s. 87) Şimdi bu kadar açık bir bölümden sonra gizemin tamamen cortlamaması için birkaç seçenek vardır, birinde romanı bitirirsiniz ve gizemin çözümünü laks diye verdiğiniz için iyi bir metin olmaz elinizde. İkincisinde çok sayıda senaryodan biridir bu, diğer senaryolarla çakışır, neyin doğru olup olmadığı zaman içinde ortaya çıkar. Üçüncüsü tekil bakış açısının yanılgısından türer, bu senaryonun devamında durumun bambaşka olduğunu şaşırtma taklalarıyla verirsiniz. Fakat verilenin genişletilmesi, açılması tek başına yeterli gelmez bombastik durumlar ortaya çıkmadıkça, bu romanda o durumlar ortaya çıkmadığı için özet budur yani, Elâ’nın o büyük sırrı açığa bu şekilde çıkınca, eh, yüzleşmelerden başka bir şey beklememek gerekir ki o yüzleşmelere abanmalı bu kez. Diyalog yerine karakter aynayla konuşuyormuşçasına korumak sesi, hayır. Kısa kesiyorum, okumaya değer bir metin Aysan’ınki, bir o kadar da eleştirmeye değer.
Akhanlı. 12 Eylül’ün sıkıntılarını derinden yaşar, 1991’de Almanya’ya göç eder. Kısa bir ömrü kalan babasını görmek için kaç yıl sonra Türkiye’ye döner, karışmadığı bir saldırıya dair dava gerekçesiyle tutuklanır, aslında tutuklanması gerekmez ama dört ay hapiste kalır, o sırada babası vefat eder. Zanlı olmadığı anlaşılınca ilk duruşmada beraat eder ama mahkeme sonlanmaz. Yurt dışına çıkmak üzere havaalanına gider Akhanlı, sonrasında yaşadıkları o kadar saçma sapan ki uzun uzun anlatmaya gücüm yok, buna lüzum da yok. Tam bir eziyet. Adamı bir türlü salmazlar, salacak gibi yaparlar ama tutarlar, sonra salarlar ve tekrar tutarlar çünkü kendi rızasıyla değil, sınır dışı edilerek gitmesi gerekmektedir. Sınır dışı edilir. Zaman geçer, İspanya’da dolanan Akhanlı tekrar tutuklanır çünkü Türkiye öyle istemiştir. Araya Almanya girer, Akhanlı serbest bırakılır ve Merkel çıkıp açıklama yapar, İnterpol’ü kötüye kullanan Türkiye’ye lafı çakar bir güzel. Daha da bir şey oldu mu bilmiyorum ama neler neler, Aysan’ın romanındaki karakterlere Akhanlı’nın çektikleri eşit ölçüde dağıtılmıştır denebilir.
İyice roman, okunası.
Cevap yaz