Sahipsizler‘le kıyaslayınca şaşırtıcı, Yıldız’ın öykülerini buradan görmek lazım asıl. Yine fecaat diyaloglar var ama malumat bombası atmıyor Yıldız, hikâyeyi ilerletici diyaloglara ağırlık vermiş, kurguya biraz daha özen göstermiş, her öyküde aynı biçimi kullanmamış da yenilikler getirmiş falan, mahareti bu kitapta. Devrildiği yere kadar başarılı öykülerle başlayayım, “Dünyadan Bir Atlı Geçti” ilk öykü. Gece iyice çökmeden köye varmak isteyen karakterin peşine takılı anlatıcı, yolcunun biri güneşin alnında ilerliyor ki söylenir, iyi bir öykü mekâna gelen yabancıyla başlar. Sonra ansızın yükselir mi bilemedim, bu işin dengesini bazen tutturuyor Yıldız, bazen aşırıya kaçıyor. Adamımızın yolculuğuna dair sıkıntılar son derece somut, şu geliyor ardından: “Sağına baktığında, güneşin son izini de yitirdi. Gök, nerdeyse, yerle bir olacaktı. Yüreği, karanlıkta teyelleneceği sıra, varmayı dilediği köyü gördü.” (s. 5) Sarsılıyorum yani, tokat yemiş gibi oluyorum dank diye vurunca metnin geçirdiği atak. Yolcudur, gelmiştir, çaldığı kapı açılınca ağanın oğluyla, çocukluk arkadaşıyla, süt kardeşiyle karşılaşır. Sarılırlar, ağa gelir, yolcunun derdi kapalı bir diyalogla açığa çıkar: suyu geçmek istiyor çünkü “kaçak işi” sırasında hükümetle karşı karşıya geleceği bir şey yapmış, asker vurmuş herhalde. Hoşbeş, yemek, yolcu uyuyunca ağayla oğlu konuşmaya başlıyorlar. Bu noktada ağa başka hiçbir öge katmadan oğlundan yolcuyu vurmasını isteyebilirdi, zayıf mayıf yine ilerlerdi hikâye ama iki etken giriyor hikâyeye, konuşmalarından anlaşılıyor ki oğlunun şapşallığından yılan ağa hem oğlanı sınamak hem de hükümetle arasını düzeltmek istiyor, gerilime yaslanarak oğlunun normalde itaat etmeyeceği emri veriyor, üstelik sütanne -bu da ne değişik, TDK’ye göre “süt kardeş” ayrı yazılıyor, “sütanne” bitişik- çocuğun hayatını kurtarmış da bir yıl önce ölene kadar sevilip sayılmış. Ağanın acıması yok, oğlanı işe koşuyor, yolcuyu suyun öte tarafına geçirmesi ve yolda katletmesi için ikna ediyor. Buraya kadar tansiyon şahane, çatışma tavan, oğlanın süt kardeşiyle yan yana at sürmeleri güp güp attırıyor kalbi ama ne oluyor, sütanne giriyor öyküye? Neden, çünkü anlatıcıya göre ölmemiş olsa da iki oğlunun yanında ilerlese bir şeyler söylermiş. Söylemese daha iyiydi. Açıklıyor bir de ağanın oğlunu ne kadar sevdiğini, hıyanetin bedelini, şuyu buyu. Hani çektiği aleykin mantığı var da açıklamayla pöşkürtülüyor hikâyenin orta yerine, olmuyor: “Emzikçi kadın, ölmemiş olsaydı, iki atın arasında dineliverirdi şimdi. Uy oğullarım, derdi. Yeşil gözlü oğlum, ağamın biricik yiğidi, geldim işte. Toprağım ben. Suyum ben. Çiçeklenip meyva veren ağacım ben. Böyle olmasaydım; ikinizi her bir kolumla sarmalayıp kuş ağızlarınızı sütlü memelerime gömebilir miydim? Ne çabuk unutulur oldu, o güzel günlerimiz?” (s. 11) O güzel günler ne çabuk unutulur mu oldu, hikâyenin olağan akışında ne bu dilin ne de sorgulamanın yeri yok, retorik soruların zaten hiç yeri yok çünkü gölgeli bir atmosferde ilerliyor anlatı zaten, Yıldız’ın kötü öykülerindeki ses, tavır girer girmez batıyor mevzu. “Hükümlü Bebeler” aynı sorundan mustarip, dört yaşındaki Gülden’in serbest dolaylı anlatıcı sayesinde düşünür kesilmesi kadar absürt çok az durum vardır herhalde, üstelik bu kesilişin büyümüş de küçülmüş velet tripleriyle, parodiyle filan hiç ilgisi yok, son derece ciddi bir öykü bu. Hapishane manzaraları, Gülden tek başına oynarken gemileri sayıyor, kendine eğlence çıkarmaya çalışıyor, arada gördüklerini çevirip duruyor. Okul görülüyor pencereden, öğrenciler girip çıkıyorlar, birilerinin ata baktığından, birilerinin topu tuttuğundan falan haberi var Gülden’in, peki, o çocukların uzun uzun koşup koşamadıklarını sormak istemesi, bacaklarının kısa olup olmadığını merak etmesi, dışarıyla içeriyi kıyaslaması? O yaşta? Bilemedim, Piaget’ye falan gidince istisna faktörü ortadan kalkıyor da sorun anlatıcının dan diye atlaması Gülden’in düşünce akışının orta yerine, yirmi iki yılın uzunluğunu düşününce kız: “Gülden nasıl bilsindi, yirmi iki kaç eder? Dört yaşında, dörde kadar saymasını öğrenebilmişti. Belki de, yirmi ikinin, dörtten daha küçük olduğunu sanıyordu.” (s. 67) Karakterin tutarlılığını geçtim, sesler karışıyor burada, anlatıcı Gülden oluyor, Gülden ne oluyor bilmiyorum, iskeleti kalmış bir yapı artık. Yıldız’ın karakterlerinin yaşı, sınıfı, konumu falan hiç önemli değil, hepsi kitabî konuşmaya var, konuşurlar da verirler dersi okura. Kötü.
İki üç öykü varmış olumsuz eleştiriye gelir, geri kalan öykülerin arasında öyleleri var ki şapka çıkarılır, ceket iliklenir, saygılar sunulur. “Ateeeş!..” son âna kadar başarıyla koruduğu gizemiyle, dehşet vericiliğiyle dört dörtlük. Sekiz on genç parmaklıklar ardına atılıyor, kafası kitaplarla dolu olan o kadar da korkunç bir yere düşmediğini düşünüyor. Yirmi yaşında daha, suçunun azlığı yüzünden bir onu çağırdıklarını düşünüyor dışarı. İşkence odası yok, kanları silen yaşlı kadınlar yok, sadece yolculuğa çıkılacak. Olur, başka bir yere nakildir, sorun yok. “Bağırmıştı ya, hiçbir zaman önde giden olmamıştı. Bağırdıklarına inanmıyor değildi. Ama yasaların gücünü de küçümsemiyordu.” (s. 78) Gecenin köründe topraktan başka bir şeyin görülmediği ıssızlığın ortası, genci indiriyorlar araçtan, karşısında tüfekliler. Ateş açıldığı sırada ne hissettiğini bilseydik keşke, açılmadan hemen önce veya, sadece şaşkınlığa düştüğünü görüyoruz çünkü ayağının dibinden tozlar kalkıyor, hep ayaklarının dibine sıkıyorlar. Ne istediklerini sorduğunda durmadan koşmasını emrediyor biri, ateş açılıyor yine, bizimki deli gibi koşmaya başlıyor. Anlamıyor ne yaptıklarını, tepesinde dolanan kargalara bakınca idam edileceklerin oraya getirildiğini düşünüyor ama niye sıkıyorlar o zaman toprağa? Sürprizi bozmayayım da Yıldız’ın -bence- düştüğü hatayı söyleyeyim, finalden önce ne olacağını kurşun sıkanlara söyletmek iyi bir fikir değil, keşke olacak olan olsaydı da sonrasında belki, çağrıştıracak bir şey olabilirdi, söylenebilirdi, zbam diye yapıştırmak etkiyi azaltmış. “Dilsizin Anlatamadıkları” bir kompartımanda yolculuk eden üç kişiden dilsiz olanının kibrit çöpleriyle, sessiz sinema usulüyle derdini anlatma çabası, eşzamanlı olarak yolculuğu, Anadolu’nun derinliklerini betimlemece. Yemiş ama, ikisi uyuşmuş, iki yolcu oyuna dahil olup el hareketlerinden sözcükleri sökmeye çalışıyorlar, o sıra tren duruyor, birileri biniyor, birileri iniyor, kibrit çöpleri yanıyor ve sonraki sözcüğe geliyor sıra. Yine bozmayacağım sürprizi, on numara final. “Hacer Nine” yolsuz kalıp da atölye kutölye yaparsam örnek göstereceğim bir öykü, tansiyon ayarlamaya örnek. Fırtına gibi başlar, Hacer’le oğlu, gelini, akrabaları yığılır arka arkaya. Kavga ânı, karakterin zihni acayip hızlı çalışıyor, kendi geçmişiyle şimdisi arasında köprüler kuruluyor hemen, o sıra oğlan bir tekme atıyor, bir şamar indiriyor annesine, Hacer’i kovuyorlar evden. Torunlara bakıyor kadın ama gelininin saygısızlıklarından bezmiş, durumu oğlanla paylaşınca çıngar çıkıyor, bu. Sokakta yaşlı bir tanışıyla karşılaşıyor Hacer, karakola gitme fikrini tanıştan alıyor. Hani barıştırırlar, el öper oğlan, yallah eve. Karakol faslı ayrı bir hüzünlü, sonrasında oğlanın önden yürüyüp karanlıklarda kaybolması, Hacer’in bir başına kalması, civardaki parka gidip yağmurdan korunmak için ağaçlardan birinin altına sığınması, oğlunun tokadıyla yanan yanaklarından gözyaşlarını silmesi, of. Duygulardan arınık anlatı işe yarıyor burada, sırf eylemler üzerinden verilince sahne, tamamdır, o buz soğuğundan duyguların şahı çıkar.
Başarılı öyküler, Yıldız’ı ilk kez okuyacaklara tavsiye edeceğim kitap bu olurdu.
Cevap yaz