Sakaguçi gençken Budizm’le ciddi bir şekilde ilgilenmeye başlar, Hint felsefesi okumak için gittiği üniversiteden 25 yaşında mezun olur, sonra bu kitaptaki ilk öyküsünde sekiz on Budist rahibin kellesini kopartır. Japonların yüce değerlerle girdiği savaştan boka batarak çıktığını anlatan kuşaktandır, “çöküş okulu” anlamına gelen “Buraiha”nın Dazai’yle birlikte temsilcisidir, bayrak sallayanıdır. Barlarda içerler, uyuşturucuya batarlar, madem o değerler falanlar filanlar mort oldu, kendilerini de batırırlar ve izlenimlerini yazarlar. Dazai değersizlikten fanatizme kayarak kendine kılıç sokmuş, ardından hayat arkadaşı iki vuruşta kafasını kesemeyince yoldaşlarından biri şak diye uçurmuştur kellesini, Sakaguçi ise beyin anevrizmasından hayatını kaybetmiştir. İki yazar da kalıtımsal dertlerle boğuşmuş, zihinsel arızalardan çok çekmişlerdir, Sakaguçi’nin iki öyküsünde yansımasını buluruz. “Kiraz Çiçeklerinin Altında” gerçeği sağlam büken ama kıramayan bir öykü, aşırı şiddetin normalleşmesinde masalın etkisi var ama hikâye masallaşmayacak kadar keskin. Anlatıcı bayağı bir dışarıdan, önce kiraz çiçekleriyle ilgili malumat veriyor: “Kiraz çiçekleri açtı mı etrafı bahar manzarası, insanları da bir neşe bulutu kaplar. Ağızlarından alkolü eksik etmeyen insanlar, dango yiyerek çiçeklerin altında yürür, manzaranın tadını çıkarırlar. Lakin özünde tüm bunlar bir aldatmacadır. Neden mi aldatmaca diyorum? Cevap belli: Kiraz çiçeklerinin altında toplaşan insanlar manzaranın tadını çıkarırken sarhoş oluverir; etrafa kusar ve birbirleriyle kavga ederken bulurlar kendilerini.” (s. 7) Adeta bir bacchanalia, insanlar bu ağaçların altında gülüp eğlenirler, içip öpüşürler, güzellikler yaşanır ama dehşet derinlerde beklemektedir, eski çağların aşırılıkları görülmez de o manzaradan insanlar çıkınca aşırı ürkünç, korkunç, akıl almaz bir dünya belirir, bu dünya efsanelere, oyunlara konu olmuştur, o kadar berbattır yani. Suzuka Geçidi mesela, mevsimi gelince daha güzel bir köşe yoktur ama iki gezgin geçmeyiversin oradan, hemen birbirlerine düşüp kafalarını kırarlar. Biri önden gitti diyelim, diğeri onu affetmez, aralarına şüphe girer, arkadaşlıkları bozulur. Uğursuzdur, tekinsizdir yani kiraz ağaçlarının altı, bizim katilin piyasaya çıkmasıyla daha bir dehşetengiz hale gelir. Haydudumuz geçidin civarında yaşamaya başlar zamanın birinde, gezginlerin üzerine çöküp donlarına kadar her şeyi alır, çok coşarsa öldürdüğü bile olur. Güçlüdür, atiktir ve beyinsizdir bu haydut, doğanın içinde dilediği gibi yaşar, kimse de durdurmaya kalkmaz çünkü o kılıç bir kez çekilince kana bulanır mutlaka, haydudun görüntüsü yeter savaşmamaya. Nedir, kiraz çiçeklerinin lanetinden bu dallama bile kurtulamamış, ödünün kopmasını engelleyememiştir. Koşarak kaçar, sonradan güçsüzlüğüne sinirlenir ve ağaçların altında ne işler döndüğünü anlamaya karar verir. Hemen değil, bir yıl sonra. Oralarda olursa tabii, bir gün karşısına çıkan çiftin önünü keser, kadın o kadar güzeldir ki erkeğin işini oracıkta bitirir. Kadın şoka girer, başına geleni anladığı zaman hiçbir şey olmamışçasına haydudun metresidir artık, öylesi tahakküm eder ki adam yedi eşini teker teker öldürmek zorunda kalır kadının isteğiyle. Gerçi birini, sakat olanını hizmetçilik yapması için sağ bırakıyor da zorla, kadın durmasını söylemese onu da biçecek. Kiraz çiçekleri hâlâ bekliyor o sıra, adam yeni eşiyle gitme planları yaparken kadının açgözlülüğü can sıkmanın ötesine geçiyor. Otlar, etler, ne buldularsa yiyorlar ama kadın şehirde yediklerini özlüyor, adamı fiştekliyor ki basıp gitsinler oraya. Sakaguçi’nin anlık derinlikleri: tarak, tokalar, bilmem ne zıkkımlar kadın için çok önemlidir, adam gözlemler, bütün parçaların bir araya gelip muhteşem varlığı ortaya çıkarmasına hayrandır ama parçaları tek tek düşündüğünde güzelliğin sihri kaybolur, demek hiç sevmediği şehri kadın sayesinde sevebilir veya anlamsız bulmaya devam edebilir. Soruyor, şehirde vahşi hayvan dişlerine sahip insanlar var mı, ne gibi haltlar dönüyor orada ve kendisini öldürebilecek kimse olmadığına göre kimden korkmalı? Marş, şehir. İşlerin uçlara gitmeye başladığı nokta. Cinayet işlemeye devam eder adam, kestiği kelleleri getirip kadına verir ki eğlence çıksın. Kadın kellelerden aşk hikâyeleri yazar, bir kelleye intikam aldırır, diğerini en büyük acılara terk eder, oyuncak bebekle oynar gibi oynar o çürüyen, kokuşmuş kafalarla. Adamsa şehre alışamaz, zaten geldiği gibi büyünün yittiğini, şehrin giderek sıkıcılaştığını görür. İnsanlar kötüdür, hava kötüdür, yemek kötüdür, üstelik kadın sürekli hakaret etmektedir. Haydut dayanamaz, dönmek istediğini söyler, uzun zaman boyunca birlikte yaşadığı katili sevmeye başlayan kadın uyumludur artık, yola çıkarlar. Kiraz ağaçlarıyla sınanacaklar tabii, adam Japon iblislerinden birini gördüğünü düşünerek, sonra yaprakların arasında bir şeyler, nihayetinde kayboluş. Yapraklar siler o ikisini dünyadan, başlarına ne geldiğini bilmeyiz. Temize çekildiklerini düşünebiliriz ama, ikisi de cenneti yaşayıp ortadan kalkarlar. Sert öykü, iyi fakat asıl iyi bir sonraki.
“Aptal” o akımın, dönemin panoramasıdır resmen, öyle geniştir. Çeşitli canlıların bir arada yaşadığı kenar mahallede köpek, domuz, tavuk, ördek var, yedikleri içtikleri ayrı gitmiyor, bir de İzava nam, yirmi yedi yaşında bir genç yaşıyor orada, kafayı yemesi işten değil. Binaların çevrelediği kulübesinde debeleniyor resmen, dışarısı içeriden daha kötü. Etrafı aklı kıtlarla dolu, uzun uzun anlatılıyor kıtlıkları, dayanılacak insanlar değiller. Bir çift ve yaşlı annenin evi akıllara zarar, erkeğin hödüklüğünün yanında eşin tam bir bön olması, domuzla tekerlenmesi, başka hayvanlarla bilmem ne yapması fena, annenin dellenip mahalleyi ayağa kaldırması daha fena. Bön gelene kadar adamla annesinin arasında birtakım erotik işler döndüğüne dair imalar var, insanın dibe vuruşuymuş gibi tınlıyor. İzava bütün bunlara katlanması yetmiyormuş gibi kepaze işine de gitmek zorunda, film şirketindeki üfürükten işini ideallerine yakın diye sevdiği dönem çoktan geride kalmış, artık sadece berbat savaş filmleri yapıyor şirket. Amerikalılar bir yeri mi kuşattı, hemen filmini patlatıyorlar ama ilerleyiş hız kazanınca güncelliğini yitiriyor mevzu, bu kez başka film çekiyorlar, sanatı ayaklar altına alıyorlar. Patronuna şikayet ediyor İzava, sonra işini koruduğuna şükrediyor çünkü Amerikalılar gerçekten yakında, şirketi havaya bir uçursalar maaş falan kalmaz, üstelik ne saçma o nitelikli sanat fikirleri öyle, ne lüzumsuz. İkinci dert yangın bombaları ve TNT’ler, yakınlardaki yangınların kızıllığı göğe vurmaya başlayınca sıranın mahalleye geldiğini anlıyor İzava, bu yüzden dolabına saklanan bönün gitmesi için hiçbir şey yapmıyor. Bir akşam eve gelince görüyor ki uyku tulumu yok, dolabı açıp bakınca, aa, kadın ve uyku tulumu. Birlikte uyuyorlar, İzava aileye hiçbir şey söylemiyor çünkü yok oluşun eşiğinde seks iyi, ayrıca kopuk kafalara, parçalanmış bedenlere rastlamaya başladığı için sevgiye, aşka dair en ufak bir şansı bile kaçırmayacak, karşısında akli dengesi bozuk biri olsa dahi. Karanlığı tarayan bir öykü bu, insanın nelere tahammül edebileceğini, aşırılığı ne kadar isteyebileceğini gösteriyor, müthiş. Öykünün orta yerinde şaklabanlık yapan sanatçıların gömüldüğü bölüm, benzerini ben de üfürdüğüm için hoşuma gitti: “Sanatsal özgünlük yoluyla yükselmeye çalışmak sendika kurallarının alçakça bir ihlali olarak görülüyordu. Gruplar içeride yetenek kıtlığını önleyecek yardım örgütleriydi ancak dış dünyayla ilişkilerinde üyeleri ‘halkın barlarını’ işgal eden ve bira şişelerini yudumlarken sanat hakkında sarhoş sarhoş tartışan içkici çetesiydi. Bereleri, uzun saçları, kravatları ve ceketlerine bakıldığında tam anlamıyla ‘sanatçı’ oldukları söylenebilirdi fakat hepsinin özünde bürokrasi vardı. İzava sanatın özgünlüğüne inanır, sanatın sunduğu eşsiz bireyselliği yok sayamazdı. Dolayısıyla görev insanlarının oluşturduğu toplulukta rahat etmek bir yana, bu insanların bayağılığı ve pespayeliği karşısında iğrenmeden edemiyordu.” (s. 48)
Cevap yaz