Ustaya saygı kitabı. Denemeden anıya geçer, gezi yazısına döner, çizimlerle bir özlem tamamlanır, “reis” bu kitapta da yaşar. Bedri Rahmi abisi Sabahattin’den bahsederken “abi reis” dermiş, mevzu oradan. Mavi Gezi güncesi diğer yandan, Bedri Rahmi’nin insan sevgisini ödünç almış da kıyılarda rastladığı çocuklarla paylaşıyor Bektaş, yaşamı dirileştiriyor, kendi sevgisini de katınca taşırıyor doğaya. Ölümün hemen sonrasıyla başlayan metinde Azra Erhat’ın sesini duyuyoruz ilk, Eren Eyüboğlu eşinin çıktığı son gezide çizdiklerini gösteriyor: mozaik levhalar, taşlar, rengârenk, sedef parıltılar, deniz kızları, yıldızlar, “dal dal deniz”. Bahçe masada uzanıyor, yaz bitmeden tamamlanacak, Bedri Rahmi’nin mezarının üzerine konunca toprakta deniz bahçesi. Eyuboğlu Rahmi, torun da orada, taşlara bakıp hikâyesini anlatıyor, kıyıya her çıktıklarında çocukları taş toplamaya yollarmış dedesi, getirdiklerinin güzel olanlarını boyar, hediye edermiş. Getirmeyene bir şey yok, Bedri Rahmi çalışmayanı tutmazmış zaten, herkesin bir işi olurmuş. Balık tutanlar, tutulanları temizleyenler, pişirenler, her şey imece usulü. “‘Vinileksten bir yatağı vardı dedemin, her çocuk bir balık boyamıştı o yatağa, o da bizim tokyolarımızı boyardı, şapkalarımızı, blucinlerimizi, boyanmadık yerimiz kalmazdı mavi gezide. O da, biz de hep boyardık…’” (s. 5) Sirenleri hem kız hem balık, her şey karışık, sarmaş dolaş resimlerde. Ak mermer yerine renk renk mozaik olacak mezarda, Kalamış’taki evinin duvarı da öyle değil mi? Eren Eyüboğlu şüphe etmiyor, evet, o mozaikler uzun zaman dayanır, Antakya’dakiler nasıl dayandıysa merhum eşininki de dayanacak. Duvardaki tahta levhada ölüm maskesi var Bedri Rahmi’nin, gülümsüyor, yüzü ufalmış, burnu büzülmüş. Cemal Tollu’nun ölümü için yazdığı şiir kendisine şimdi, bugün Cemal, yarın başkası, öbür gün kendi. “Bir başka ölü düşüyor usuma, bir başka mavi yolcu: Eyuboğlu Sabahattin. O da çocukları alırdı çevresine, taşlar değil, kâğıtlarla, yapışkan uhularla boy boy, renk renk fırıldaklar döndürürdü onlar için. Bu iki kardeş bir tek kez birlikte çıkmadılar mavi yolculuğa, daha doğrusu bir kez birlikte çıkmışlar da ondan sonra hep ayrı teknelerle ayrı geziler düzenleyerek şenlendirmişlerdi Ege kıyılarını. O bir kez, ilk mavi gezi dillere destan olmuştu. Halikarnas Balıkçısı’nı almışlardı İzmir’den, savaş yıllarının daha sona ermediği bir dönemde, götürmüşlerdi tâ Bodrum’a kadar. Yedi kişi mi neydiler, onlardan sağ kalmış biri var mı?” (s. 6) Bektaş nerede, Kaş’ın tepelerinde mi, bir yerde dal ve yapraktan bir “dönerce” görüyor Dağlarca’nın sözcelemiyle, pervane, rüzgârgülü, Bedri Rahmi görse havalara uçarmış, öğreniyoruz ki “abi reis” de az uçmazmış. İlk yolculuktan bir anı daha, bunları anlatmak istiyorum çünkü başka bir yerde rastlamanın zor hatta imkânsız olduğunu biliyorum, parıltıları kim tutuyor da sokuşturuyor sayfalara. Cümbüşlü olmuş ilki, fırtına vurunca çoluk çocuk ambarda alt üst, yiyecek bir şey de bulamayınca bir sepet yumurtayı kırıp içmiş Balıkçı. Kıçından burnuna kadar lık lık yumurtayla dolduğunu söyleyip gülermiş. Garip bunlar bana, dostlar yolculuğa çıktıklarında öylesi büyük bir akım başlatacaklarını bilmiyorlardı, ileride sanatın ülkedeki ileri gelenlerinden olacaklarını, o zamanlar seziyorlardı muhtemelen de bilmiyorlardı tabii. Mesela bir masada oturuyorum, etrafımda yazanlar çizenler var, saçma sapan muhabbetlerle eğleniyoruz, gülüyoruz, fotoğraflar falan. Yıllar sonra ne olacak, paylaşılacak mı o fotoğraflar, bira bardağı tokuşturduğum arkadaşım için anmalar düzenlenecek belki, ilk konuşmacı ben olacağım da gözümde yaşlarla dikileceğim kürsüde. Tuhaf. Erhat anlatıyor gerçi, Balıkçı mektuplarında biyografisini Erhat’ın yazmasını istiyor da yaşı yetmişe dayanmış artık, biliyor ne olacağını. Yaşamı derinden kavramanın etkisidir sanıyorum, bir noktada görü kazanıyor insan da yıllar sonrasını kestirebiliyor, çalışmalarının üzerinde yükselerek elbet. Israrla, pes etmeden çalışmak. Parıltıları yakalayarak. Abi reis hikâye sandığı, hakkında anlatılanlar bitmiyor. Yüzlerce fırıldak yaparmış, Kekova’ya gelince kıyıya doğru uçururmuş hepsini, denizden kıyıya mektup. Denizin dibi için bir ayna yapmış, camdan büyük bir kutuya koymuş da dipleri göstermiş suyun üstünde. Ahtapot lamisesi, orfoz pulu, denize gömülüyorum metni okurken. Geziye çıkmadan önce torba torba çimento yüklerlermiş gemiye, kıyılara yanaşınca abi kardeş hemen işe girişir, kocaman bir balık yaparlarmış, renkler şelale. “‘Biz Şehiroğlu adasında o güzel kumsal var ya, orada insan boyunda bir kaya var denize uzanmış fok balığı gibi, biz o kayayı çimento ile örttük, su taşıdık, beton kazdık, sonra ellerimizi bastırdık, çok güzel oldu, büyük küçük eller, yere de MERHABA’mızı yazdık mavi taşlarla, boncuklarla.’” (s. 8) Ellerden biri. Kâğıtlar, fırçalar, tam takım gezen iki kardeş gittikleri her yere iz bırakmaya çalışmışlar, sanatın aracılığı yaşatıyor onları. Daha ne anıları var Erhat’ın, kendi gezi kitaplarında anlatmıştır, burada Bektaş’ın çabasını takdir edip bitiriyor. “Nakışlı denemesi Bedri Rahmi’yi de, Sabahattin Eyuboğlu’nu da sürdüren, yaşatan bir girişimdir. İnsanla doğanın kaynaştığı bir betik, bir imece mutluluğunun dile gelmesidir. İkisine seslenen bu MERHABA, ikisinin ve Halikarnas Balıkçısı’nın da MERHABA’sı ile birlikte yankılanacak, başka MERHABA’lara çağrı olacaktır.” (s. 9)
Osmanağa Suyu’na geliyor Bektaş, arkadaşlarından biri Bedri Rahmi Bey’in orayla ilgili söylediklerini iletince teknenin burnuna kaçmış, tutamamış kendini. Hemen bir anı: Âşık Veysel bir türkü söylüyor Ankara’da, dinleyenler arasında Balaban var, başını arkadaşının omzuna gömüp ağlıyor. Ozan duyuyor mu ne, başını o tarafa çevirip rahat ağlamasını söylüyor, saklamanın lüzumu yok. Bektaş hatırlıyor, metni ağlayışı. Son ziyaretinde yatıyor Bedri Rahmi, hiçbir şey bilmediği sanılan Eren belki üç dört gününün kaldığını söylüyor. Herkes biliyor da Bedri Rahmi mi bilmiyor kanser olduğunu, bilmemeli mi insan, Bektaş’a göre bilmeli. Uyuyor ressam, yanında doktorlar, elinin üzerinde serumun iğnesi takılı. Bektaş’ın babasına benziyormuş, babasına sarıldığı gibi sarılmamış yazar, öyle sessizce izlemiş. “O sevdiğin yatağında, solunda sevdiğin kitaplar, sağında sevdiklerinin telefon numaraları, yatıyordun.” (s. 16) Ne hüzünlüdür o numaraların çağrıştırdıkları, son konuşmalar ne yüklüdür, vedalıdır. Moda’da oturuyormuş Bektaş, yürüyüşe çıktığında Kalamış tarafına bakmaya gücü yeter mi, sızı dindiyse. Koca koca apartmanlar var şimdi Bedri Rahmi’nin evinin etrafında, bir orası kalmış, yas.
Asıl konu geziydi, gelemedim oraya, özetleyeyim. Fethiye’ye demirlemişler bir gün, antik şehirlerde dolanacaklar ama kazı var, izin almalılar. Fransız profesörün yanına gitmiş Bektaş, yurdundan bir parçayı görmek için izin istemiş, sorun yok, binlerce yıllık tiyatroya oturduklarında düşünmüşler, biraz daha düşünmüşler, sessizlikle bütünleşmişler. Kanadalı bir dilbilimciyle karşılaşmışlar, adamın dediği: “Avrupalı, olmayan kültür geçmişini bir yerlere bağlayabilmek için aranıyor, çırpınıyor; siz, her şeyin ortasındasınız, kökünüzün nerelere uzayıp gittiğini bulmak güç, onlara benzemeye çabalıyorsunuz. Bir yapmacıklık, bir özenti… Anlamıyorum bunu…” (s. 23) Gece kaya gömütlerine tırmanmışlar, Fethiye’nin tepelerine. Şehre bakan taraftır, körfez uzar gider oradan bakınca, karşı kıyılara düşer güneşin moru. Aylar önce gidip mezarlara baktım ben, oyuklarda dolandım, sonra koca basamaklara oturup gemiler hayal ettim. Taştan evler, at arabaları, toprak yollar kayıp da değil artık, hiçliğe karıştı karışacak. Bektaş ne gördü bilmem, kardeşler gece vakti yakamozlarla kesin yüzdüler, tarih tanık.
Cevap yaz