On yıldır suskun Ömer Ayhan, Selçuk Baran gibi bu kadarının yettiğini mi söyledi ne oldu, yedi kitaptan sonra bir şey yok. Çığırtkanı olmayınca dikkat çekmedi sanıyorum, hakkında bir haber yok, röportaj yok, kendi seçimi olabilir, olmayabilir. En azından ilgi gösterilmeliydi yazdıklarına, bir Allah kulu çıkıp “Böyle bir adam vardır, bunları yazmıştır, falan filandır,” demeliydi, çok yetkin edebiyat ortamımız yine yetkinliğini konuşturarak hiçbir şey yapmamış çünkü yapsa ne, etkileşim mi alacak, alkış mı olacak. Yükselmeyeyim saçma sapan. Böyle bir adam vardır, bunları yazmıştır, falan filandır. Ömer Ayhan’ın öyküleri biraz süslüdür, gereğinden fazla süslü, bir öyküyü kabaca ikiye bölersek ilk kısmı süstür ama karakterin, durumun temeli de oradadır. Önden bilgiyi yığar Ayhan, sonra hikâyeyi dökmeye başlar. İkisini kafa kafaya getirdiği olur, tokuşturmayla finale ulaşır yahut sırf olayla ulaşır noktaya ama bu bilgi topağı mutlaktır, vardır. Geçişler olacaktır tabii, birinden diğerine uzanırken bırakılan aralığa dolacakların haddi hesabı yoktur, mesela “Aile Fotoğrafları”nda anlatıcının çocukluk günlerinden, zihnin anıları biçimleyişinden, eski mahallelerden, eski insanlardan girer, aile fotoğraflarının doğurduğu arızalardan çıkarız, başlangıcı düşününce öylesine uzak bir noktaya varırız ki hayrete şayan, aman aman nerelere geldik, neler oldu, kayıp zamanın izinde koşarken neredeyse saç saça baş başa girmeli kavgaya nasıl vardık, ilginç. Deneme yoğunluğunda bölümlerin öykülere sığması, biçimi patlatmaması maharettir, Ayhan’ın ustalığı. Dil, orada durmalı, zorlayıcıdır çünkü. Edebî atak geçirir anlatıcı, fark edilir, iter. Şöyle birkaç adım geriden bakınca ama, tamam, iyi öyküler bunlar. Bazıları çok iyi, vasat bir tane var yok. “Aile Fotoğrafları” dedik, Ayhan’ın üslubuna örnek ilk paragraf: “Çocukluk günlerini su yüzüne çıkartan yaşanmışlıklar; uzun süredir görülmeyen bir tanıdık, başkalarının hayatında aynı anlamı yüklenemeyecek bir koku ya da kişiye özel bir mekân gibi birbirini bütünleyen halkaların, kimi zaman bir başlarına da yaratabildikleri keskin çağrışımlar olsa gerek; bir müzik kutusunun aniden açılıp, harikalarını ortaya dökmesiyle, bu küçük mucizeye tanık olan çehreye bir çırpıda yerleşiveren gülümseme nevinden bir esinleme.” (s. 9) Rüyaların belirginliği anlatıcının apartman çocuğu olmasına bağlanıyor, evin içinde büyüyen çocuğun sokaklarla, dut ağaçlarıyla, dışarıyla ilişkisi kısıtlı olunca bulanık rüyalar yok, uyaran az olduğundan hep aynı noktalara dönülebilir, örneğin elmalı pasta kokusu, “korkusu” demeli belki, Yeldeğirmeni’ndeki tuhaf evin görüntüleri. Aile fotoğraflarına bakınca o evle kurduğu bağları anımsıyor anlatıcı, geçmişe düşüyor, debeleniyor. Temel izlek bu, tüm öykülerde kayıp zamanların musallat olduğu karakterlerin zamanlar arasındaki çatışmalara dayanma mücadelesini görüyoruz. Tat hafızası şimdinin algıları kadar ortada, gerçek ögeler sunuyor, o evin kahverengi kapısının çikolatadan olduğunu düşünürmüş anlatıcı, Hansel gibi yapıp yumulmuş ama soğuk ve paslı demirin nahoş tadını almış mesela, detaylar capcanlı. İki katlı evin giriş katında Refik Bey, eşi Muazzez Hanımteyze, büyük kızları Şefika ve küçüğü Mahir Abi oturuyorlar, anlatıcının ninesiyle Muazzez elti. Ziyaretlerden geriye kalanlar kavga gününden, kopuştan çok daha fazla yer kaplıyor ki makul, çocuk bir anda kaybolan dünyaya özlem besler de kayboluş nedenini bilinçaltına yollar, sonsuz yası kirletmemesi için. Tartışmanın sebebi yıllar boyunca ertelenmiş anlaşmazlıklar, fotoğraflara bakarken taraflar tansiyonu yükselterek eski defterleri açıyorlar da küfür kâfir bitiriyorlar yakınlığı, bu tamam da hatırlayış daha önemli, anlatıcı o dünyayı yitirmemiş daha. Muazzez’in onlarca terlikten oluşan hazineyi açıp misafire göre seçim yapması, Mahir Abi’nin anlatıcıya kedi boku yedirmeye çalışması, Yeldeğirmeni’nden rıhtıma kadar inen sokaklarda başıboş koşturan yaramaz velet, arka bahçenin heyecan verici tekinsizliği. Nedir, bu öykünün çok daha şalalalısı Feyyaz Kayacan’ın Çocuktaki Bahçe‘sidir, sanki komşu evde geçen bir hatıra yığınıdır çünkü o da Yeldeğirmeni’ndeki bir evi anlatır, benzer anılarla doludur, Kayacan’ın büyüsüyle ayakları yerden kesilmiştir, tek farkları bu.
“Çürüme” hikâyeden değil de anlatımdan kazanıyor, hikâyeden de kazananı Saki’nin “Lady Anne Susuyor”u. Aynı mevzu, bir tek Lady Anne’in durumundan haberdar değil eşi, o yüzden gündelik yaşantısını sürdürüyor Anne’in halini bilmeden. Neyse, öykünün adından da belli olduğu için konu, dümbedek girebilirim: atmosfer yaratılıyor önce, sayıları giderek azalan karanlık yüzlü binalardan birinin zemin kat penceresinde “Serafinos Miltiyadis – Diş Hekimi” yazılı toza bulanmış levha içeriyi de dışarıyı da süper aktardı, çürümenin dış cephesini göreceğiz önce. Madam Miltiyadis evden bir iki saatliğine ayrılacak olmanın sevinciyle üzüntüsünü bir arada yaşıyor, eşinin sandalyesini cam kenarına çekiyor da vicdan azabını dindiriyor. Mekân Tatavla, ev, ardından Uğur Pastanesi, Ayhan karakterleri mekânlarda dolandırıp davranış, düşünce yelpazelerini göstermeyi seviyor, diğer yandan pek muteber, kıymetli devlet adamlarının zamanında Tatavla’yı tarumar etme operasyonuna giydiriyor, azınlıkların kovalanma hadisesi. Madam Sotirianu ve kızı Anastasia arkalardaki masalarda oturuyorlar, biraz dedikodu, evlilik haberleri, oradan Madam’ın geçmişine yolculuk. Eşi hastalandıktan sonra başka bir evreye geçmiş hayatı, uğraşı ruhani: “M. Miltiyadis, inananlara has bir emniyet duygusuyla, yüzünde bağnazlığın katı ve bilgiç ifadesi, gün aşırı aldığı ikona, resim ve mumlarla, bir mabete dönüştürüyor evini. Sıkça ziyaretine gelen din adamları, kocasının tepkisiz yüzüne komalı seslerle ilahiler, dualar okurken, bir yandan da evi tütsüleyerek hastalığı ve kötü ruhları kovuyorlar.” (s. 28) Metropolit gelecek en son, geceden hoşnut kalırsa ziyaretlerini sıklaştırır da hastayı iyileştirir, Madam’ın umudu bu yönde ama eve geldiğinde, eyvah, sokaktan geçenler pencere önünde oturan adamın boş bakışlarını hiç fark etmiyorlar belli ki. Madam kocasının yanağına bir öpücük konduruyor, İsa’nın çarmıha gerili ikonasının önünde eğiliyor, istavroz çıkarıyor ve işine koyuluyor. Ayhan insanın hacmini, boyutlarını, dünyasını iyi biliyor, insana dair hiçbir şeyi yabancı hissettirmeyecek ölçüde kuruyor karakterlerini, tuhaflıklar kişi ölçüsünde normalleşiyor. Başarıdır.
“Siyah Beyaz Bir Öykü” bütün öykü görgüsünü toplayıp sunduğu öykü Ayhan’ın, kurmaca anlayışının özeti denebilir. Anlatıcının haplarla sıvılaşmış beyninden bir İstanbul manzarası dökülüyor, gerçekliğin çarpık hali tumturaklı, façalı cümleler halinde. “Kışkırtılmış bilinçaltım, rengârenk kumaş toplarını birbirine dolayıp her seferinde birbirinden farklı, özgün, mantıkdışı garabetler sunan bir illüzyonistin cinlere bulaşmış dehasından, bir kasabanın orta yerine kurulan panayırda sergilenen bir örnek, mütevazı, yine de göz okşayan küçük gösterilere evrilmiş vizyonlar sunuyor bana. (Yine) yapay bir dünya bu.” (s. 32) İki turiste rehberlik, İstanbul’un yeraltı eğlence mekânları, ardından eski filmlere düşkün bir kadınla kurulan ilişki. Sancılarla dolu yaşama mutluluk sızamıyor, anlatıcı rastgeleliğin sunduğu güzelliklerden yana şanslı ama merceği bulanık, huzursuzluğun içinde yaşayıp gidiyor. Sonraki öykülerin karakterleri aynı meşrepten, en sevdiğim Ayhan karakterleri bunlar. Evini bir mabet, tapınak olarak gören, dışarı çıkmamak için bütün düzenlemeleri yapan, kendisi gibi evinden çıkmayan arkadaşının iç çamaşırından yayılan böcekleri görünce kendini iyice evine kapatan adamın öyküsü, tanıştığı kızın yönlendirmesiyle üç kişilik ilişkiye uyum sağlayan, kızın ortadan kaybolmasıyla doğan eşcinsel ilişkide kızın anısını yaşatan adamın öyküsü çok iyi, ataklar dili boğup akışı yavaşlatsa da iyi, sırf o öyküler için okunur bu kitap.
Cevap yaz