Doğup büyüdüğü yeri çok sevenlerin, öyle böyle sevmeyenlerin varacağı yer mi şu mahalle öyküleri, mahalleli gençlerin delifişek karavanaları, öyle. Çok da tatava yalelli estirmeyen hikâye ihya ediyor öyküyü işte, Tarık Dursun K. ne çekmiş o teli! Dın! Ziya, Kerim, Hasan ve anlatıcı vapurları izliyorlar, Alsancak, 17.40. O vakitlerde biz Bostancı’ya yanaşan vapurları izliyoruz, adaları karşımıza alıp bir sigara sarıyoruz, altmış yıl öncesinin İzmir’iyle yirmi yıl öncesinin İstanbul’unu denkliyoruz. Onlar şarap içiyorlar, biz de şarap içerdik ama cin artık, baş ağrısına tahammülümüz kalmadı. Biz yaşlanırken onlar genç kaldılar çünkü sayfalarda zaman dondu, ben de dondurmaya çalışıyorum, son dosyada dört mahalle öyküsü. Gerçi her kitapta mahalleye dair bir şeyler. Küçükyalı’da gezinmekle benim kitapları okumak bir. Niye bana kırdım dümeni, geç, çımacı Kocabaş atıyor halatı, Salim tutuyor, babalara geçirince o dalganın beşiğini, alkışlar. Kaptan düdük çalıyor da selamlıyor bizimkileri, vapur gidiyor. Ziya’ya göre Kerim’in o kızı bırakması iyi olmuş, Kerim’e göre yüreği ölü. Leblebiler elden ele, cıgaralar tütük. Bir kere deşildi yarası, Kerim kafasına göre yürüyor, İzmir’den manzaralar. Hasan uyarıyor Ziya’yı, adamın üstüne varmasın, zaten dertli. Diyaloglar iyi, o yaraya o akıcılık tamam, dostluk espastan sızıyor, delikanlıların façasına vay çekmeli, vaylar, coşmalı. Yanmalı onlarla birlikte, hava sıcak, imbat çıkmamış henüz, ortalık yangı. Bakkal Necati’ye gidip biraz daha şarap, biraz muhabbet, imbat hâlâ çıkmayınca ikinci şişe Necati’den. Yarenlik, beraber içecekler ortada kimse kalmayasıya. Ziya’nın ardı sıra yürüyorlar sonra, mahalleye geliyorlar, sessizlik. Merakla izliyorlar, ne olası? Ziya öksürüyor, gırtlağını temizliyor, Arnavut sesiyle bir nida! Söylediği şarkı bangır bangır yankılanıyor, insanlar camlara çıkıyorlar, atletli bir adam hurralıyor gençleri, rakı bardağını kaldırıp şereflerine içiyor. Biri susmaları için bağırıyor, atletli hemen çıkışıyor, bir diğeri polisi çağıracağını söyleyince atletli yine çıkışıyor, Tarık Dursun K. bağırıyor belki, hayalini kurup mutlu oluyorum, sonra kızın evinin tam önünde koro şarkıya giriyor, tam o sıra sırtlarında ince bir serinlik duyuyorlar, imbat çıkıyor, atletli adamdan çocuklara alkış olsun. Sardunya’yla final, genç kız Kerim’in kucağına doğru mosmor bir sardunya savuruyor, gaddar babasına inat. Rüyalı bitiş, “İmbatla Dol, Kalbim!..”, ardından gelen öyküde kadro aynı ama şehir de piyasaya çıkıyor bu kez. “Bin yıl önce de böyle miydi bu kent? Akşamüstleri, Mezarlıkbaşı’dan Eşrefpaşa’ya çıkan o dik ve kesintisi az yokuşu; yolun iki yanında sıralıklı dükkânların esnafı boynu, kaz boynundan kısa teneke süzgeçlerle sularlar, Mumcu Kahvesi’nin filinta delikanlıları kapı önlerine ikişer sandalye atıp oralardan ta Heykel yollarını mı gözlerlerdi?” (s. 133) Dili nasıl değişiyor yazarın, kent öykülerinde lirik tahkiye, kokulardan tatlara resmî geçitler, bir zamanı yakalamanın biricik çabası. Diğer öykülerinde kapalıca. Perdeyi geç aralar veya hiç aralamaz, sisi dağıtmaz, gerilimi daimi kılar. Kente geri dönelim, genç kızlar sürüsünün ayaklarındaki yumuşak tahtadan nalınlar, akın akın sinemalara. Ortalık sakinleyince içkievlerine adamlar yığılır, papazeriği ve buzlu rakı. Kokoreççiler piyasada, Menemen bıçağıyla bir çırpıda hazırlanan karışıma kabuk ekmek. Üç ay önce gidecektim de sordum, Beyza’yla Caner bir kokoreççiyi önerdiler, başka hiçbir yerden kokoreç yememeliymişim. İçini çıkarttırdım, kimyon bastırttım, yok öyle bir şey. Masada buzlu badem veya göbeği yağlı Güzelyalı marulu yoktu, bunu Tarık Dursun K. söylüyor da altmış yıl kadar geç kaldım dediğini yapmaya. Evet, öykünün olayı Yasef’in İsrail’e taşınması, ansızın. Mahallede bir boşluk, en bıçkın delikanlının gözünde yaş, göstermemek için uzaklaşıyor diğerlerinden. Bir zamanlar kent varmış, bin yıl önce de başkaları düşünmüştür kendilerinden önceki zamanlarda kentin öyle olup olmadığını. Öyle değildir ama yine kenttir, Mezarlıkbaşı’nın tepesinde tapınak vardır, âşıklar oraya sungularını bırakırlar.
Konsept yok, farklı zamanlarda yazılmış öyküler sanki, kitaplaşsın diye bir araya getirilmiş. Aşırı bir kopukluk yok yine, makul. “Zeliha”da Yusuf’un Van’a gidip ekmek parası derdine düşmesi, Zeliha’nın evlendirileceğini duyunca işi gücü bırakıp köye dönmesi eşkıyalık kültürüne bulanık. Silahını alıp dönüyor Yusuf başta, o noktadan biraz geriye gidip geçmişi gördükten sonra tekrar başlangıca dönüş, ilerleyen çizgide iki âşığın birlikte yaşayamayacaklarını kestirerek yıldızlara karışmaları. “Kırgın ve Sevgisiz”de durmadan suçlanan, neredeyse doğanın bile suçladığı yalnız kadının serencamı. Evet, eziyormuş ama adam da ezilmeyi seviyormuş, sabah erken kalkıp sobayı yakmak, kahvaltı hazırlamak keyif veriyormuş. Verir de fazla bükülen de kırılır, belli ki adam kırılmış da gitmiş, kadın bir başına kalmış. Çocuklar evli, gezilecek sokaklar var, geriye bir unutmak kalıyor. Bunlar yine orta karar öyküler, kitaptaki diğer öykülere kıyasla vasata yakın, esas öykü “Sıradan Üç Ölüm”. Biraz uzasa roman olurmuş ki bu biçimi Kayabaşı Uygarlığının Yükselişi ve Birdenbire Çöküşü‘nde kullandı yazar, bir tane daha patlatsa olurmuş yani. Onur Orhan’ın Yusuf’u Bulmak‘ı da aynı meşreptendir. Şöyle, merkeze bir mekân veya karakteri oturttuk, ilişkili her insandan bir hikâye dinliyoruz, bu hikâyeler çelişebiliyor, çakışabiliyor, uyuşabiliyor, bakış açıları üzerinden. Battal Altınay’ın etrafında dolanacağız bu çok parçalı öyküde, önce adamın babası anlatıyor, Haydar Altınay. Bir gece kapısı çalınıyor, iki adam kolluğa kadar götürecekler bizimkini. Kars’ın soğuğu karı içinde bata çıka, dona kırıla yürüyorlar, kollukta oğlunun öldüğünü söylüyorlar babaya, baş sağlığı diliyorlar. O da mı resmî, prosedür ilginç: “Başın sağ olsun Haydar Altınay!” Ankara’daki Güven Sarayı’nın onuncu katından atlamış, intihar etmiş Battal, bu bilgiyi veriyorlar, bir kâğıda da parmak bastırıyorlar, bitti gitti. İkinci bölümde memurlardan biri anlatıyor, amirinin dediğine göre babanın parmak bastığı kâğıtta otopsiye gerek olmadığı, oğlanın hemen gömülmesine babanın izin verdiği yönünde ifade var, işler karışıyor yani. Amir de karşı koymaya çalışmış, kâğıdı görmeden önce bedenin getirilmeyeceğini duyunca âdetin öyle olmadığını, babanın oğlunu mutlaka isteyeceğini, ölüsünün getirilmesi için uğraşacağını belirtmiş, sonra katakulli dönmüş, malum. Savcı yardımcısı, otopsiye giren doktor, sonra Battal’ın İstanbul’da kaldığı evin sahibi, Battal’ın sevgilisi ve nihayet örgütten arkadaşları konuşuyorlar, kendi yaşamlarından parçalar sundukları gibi Battal’ı açıyorlar o sunduklarının içine, akşam lisesinde okuyup gündüz deli gibi çalışan, onurlu bir hayat kurmaya çalışan adamımızın figüranlıkla geçinmesine kadar pek çok ayrıntı var bu ifadelerde, Yeşilçam’ın yıldızlarından en dandik adamlarına projektör ki Tarık Dursun K. sinemacıdır aynı zamanda, sinema yazarıdır, sinemaya gönül vermiştir. Öyküleri böyle zenginleştirmesi hoş, karakterlerin farklılıklarının ve ifadelerin aynı soğukluğa sahip olmaları çaça kontrast. Sakin sakin ilerlerken bir de aksiyona bağlıyor son epizotta, müthiş. Örgütün abilerinden biri grev sırasında öldürülmüş, Battal ve arkadaşları intikam almak için plan yapmışlardır, cenazeyi kaldırdıktan sonra dönek şerefsizi kıstırırlar, adamın bıçak kullanmadaki mahareti biraz avantaj kazandırır ama su kenarında kıstırıldığı zaman cup düşer, boğulur gider. Nedir, Battal’ın bıçak yarası ağır gibi görünmektedir ama intiharla alakası yoktur, otopsi doktorunun tutanağına göre kalpte patlama emareleri vardır, penis ve parmaklarda izler çoktur, elektrik vermişlerdir yani genç adama. Binadan nasıl atıldığı muamma, hikâyenin her bir yanının aydınlığa çıkmasına lüzum olmadığı için iyidir.
Ortadan yukarı öyküler, bazıları eşkin, bazıları dörtnala.
Cevap yaz