Romanımız vallahi vardır, var mı yok mu diye tartışılırken dahi vardı, ne ki çılgın kalabalıktan uzaktaydı. Kalabalık ortalamaydı, ortalama olan iyi romanı istemezdi çünkü iyi roman aşardı kalabalığı, bu yüzden periferiye itelenirdi. Merkezde herkesin üç beş laf edeceği metinler vardı, üç beş laf etmek yeterliydi, iyinin peşine düşmenin zahmetine katlanılmazdı. Ümit Yayıncılık kıyıda köşede iyi metinler basardı, Adnan Özyalçıner’den Şükran Kurdakul’a, Atilla Özkırımlı’ya kimler kimler, sahaf köşelerinde rastladıkça almak lazımdı ve kalabalıktan uzakta. Orhan Duru’nun cümlelerini kurdukça, kalabalıktan ayrı durdukça. Neyse, romanımız vardır, Selgesus’ta Buse‘yi okuyan anlar, ayrıca akarı kokarı olmayan karakterimiz de vardır ki Alaattin evinden pek çıkmasa da piyasadadır. Kendi dünyasıyla birlikte etki alanını biçimlemeyi bilir, anlatının dilini harala gürelesiyle, takıntısıyla belirler. Takıntı ne kadar şiddetliyse dilin tansiyonu o kadar yüksektir, bu ikisi sıkı teknikle eşlenebilir, Aslankara eşlemiştir. Örneklerini vereceğim. Hakkını da hayli hayli vereceğim bu metnin, roman okudum çünkü. Gerçek, sağlam bir roman. Alaattin nam orijinal karakterin bir günü değil sırf, günlükten kurgusu yapılacak bantlara, senaryodan bilmem neye artık, bol yapıştırmalı metinden sağlam hikâye çıkınca heyecanlanıyor insan. Sabahın körüyle başlayalım, 06.12’de ayakta Alaattin, radyo yayınına daha var. Bu kadar dakiği az bulunur, inanılmaz bir düzeni var Alaattin’in, kurana kadar canı çıkmışsa da bir kere kavuştuktan sonra ölene kadar sürdürecek. Tüm saatlerin altını çizdim, ertesi sabaha kadar kaç iş halledecek Alaattin, ailesiyle uğraşlarını tokuşturmadan nasıl idare edecek, hepsini göreceğiz. Bütün tuhaflıklarıyla birlikte. Gazeteleri diyeceğim, günü gününe değil de bir yıl sonra okuyor, evinde geçen yılın gazeteleri. Gündelik yaşamından, tanıdıklardan topladığı kayıtlardan veya işi gereği kurguladığı bantların içeriğinden öğreniyor gerçi dünyada neler olduğunu, maksat zamandan kaybetmemek. Saniyesi bile planlıdır adamımızın, Esenlik Hoca’yı düşüneceği zaman düşünür, kapıcıdan ekmek alacağı zaman alır, tıkır tıkır işler hayatı. İlk bölümde çerçeve çatıldığı için Alaattin’in hayatında ne varsa dökülüp saçılıyor, mesela din meselesi. Üstünlükle, biriciklikle ilgili, Alaattin günde bir kez namaz kılar, Tanrı’ya kendisini yüceltmesi için dua eder çünkü etrafındaki herkesten daha uludur zaten, bir de Tanrı’nın eliyle ululansa tamamdır, dinle alakası bu kadar. Kadın düşmanlığı alenidir, insanların zavallılığı kurduğu her ilişkiye sirayet eder, lafını esirgediği kimse yoktur Alaattin’in. Yönetmenler mesela, hiçbir işi doğru düzgün beceremezler de kurgucuya çatarlar, kadınlar sırf bum çiki bum düşünürler de başını ağrıtırlar Alaattin’in, düzenini bozarlar. Devlet kurumunda kurguculuk, yan işlerle üç beş kuruş ek kazanç, her şey milyarlık oyuncaklar için. “Mesleğine aşkla bağlı o. Ölümcül bir tutkuyla. Artırdığı ne varsa dişinden tırnağından, hepsini götürüp cihazlara yatırıyor. Borçlanıyor; dolar borcu üstelik. Bu yüzden kıt kanaat yaşıyor Alaattin! Ama katlanıyor bütün bunlara. Neden? Mesleğine duyduğu saygıdan, bağlılıktan! Ya öteki ibneler ne yapıyor? Elleri götlerinde afur tafur dolaşıyor, sikleriyle trampet çalıyorlar!” (s. 23) İşini ciddiye alır adamımız, en iyisini yapmaya çalışır çünkü insanlar arasında en iyisidir, dolayısıyla bir dünya malzeme almış, evinin kirasını on yıllık mı ne, peşin ödemiştir de bir odayı uzay üssüne çevirmiştir resmen. Kendi işini orada her gün yürütüyor da maaş aldığı işinde o son belgeseli, Selgesus’ta Buse‘yi kurguluyor. Metin parçalarını görüntülere oturtmaca, jenerik, müzik, arka arkaya oturtuyorlar yönetmen kadınla birlikte. Aralarında yakınlaşma olur mu olur, kadınlar düşük insan mıdır, evet, Alaattin’in bir gününde tansiyon yükselmeyecektir bu açıdan. Kızı Burcu’yla birlikte gezinmeleri ve eski eşinin dublaj stüdyosunda genç bir erkekle öpüştüğüne şahit olması hariç. Günlüğünde -MANİFESTO- ilişkilerinin aşkla başladığını o kadar sakince anlatır ki Alaattin, makine gibi işleyen zihninin bir zamanlar insancıllığa sahip olduğunu da görürüz, gündelik yaşamının türlü hayal kırıklığıyla biçimlenmesinden çok önce o da sevmiş, mutlu olmuş, yavaş yaşamıştır. Sadakatsizliğe doğrudan şahit olmasıyla birlikte dil hoyratlaşır, anlatım otomatiğe bağlar. Günlükteki parçalar bizi geçmişe götürüyor tabii, başka bir dile, biz yine Alaattin’in günceline dönünce Antalya yolculuğu hakkında birkaç şey görürüz. Bavullar hazırlanır, ilgili kişiler bilgilendirilir, belgesel için bilgi toplamak, gözlem yapmak orada olmayı gerektirir çünkü. Akşama kadar çok var tabii, romanın sonuna doğru otobüsün kalkacağı saate kadar bütün işlerini bitirmiştir Alaattin, otogara gideceğini düşünürüz ama o da nesi, evine dönüp senaryosuyla uğraşır, günlüğüne düşer, kısacası birkaç günlüğüne ortadan kaybolup büyük projesine hazırlanmak için yalan söylemiştir çevresine. Selgesus’la dilediğince uğraşabilecek, Torosların dağına taşına gönlünce bakabilecek, tarih boyunca oralarda eğleşmiş, savaşmış insanları kafasına göre bir araya getirebilecektir. Sırf o bölüm bile müstakil bir öykü olarak değerlendirilebilir ve metni okunmaya değer kılar, gecenin köründe oturup yazmaya başlayan Alaattin dağlardan inen Noel Baba’yı, Büyük İskender’i, sallıyorum Toros Canavarı’nı, geçtiğimiz yüzyılın başındaki eşkıyaları bir araya getirerek bombastik bir hikâye kurgular, çağları bir araya getirerek Haçlılara teke zortlatması oynatır, hayal gücü müthiş. Sabaha dönelim, saat 08.00, “Alaattin’in Sihirli Lambası” başlıyor! Yayını kimler dinliyor, eh, yakınlarda hasbelkader o frekansı tutturan kim varsa! Önce bir Latin ezgisi, ardından Yaşar Kemal’den Alageyik söylencesi, Alaattin’in kültür şelalesinden ne şorlarsa. Yayın bittikten sonra o gün yapacaklarını bir bir hallediyor, araya dereye düşünsel dünyasında cirit atanlar yerleşiyor da anlıyoruz adamımızın küçük çılgınlıklarını. Bu arada anlatıcıyla karakter bitişik, misal harlanıyor mu zihin, düşünceler şakır şakır sıralanıyor mu, olay örgüsüne Alaattin’in dalgınlaşması, kendi kendine konuşması, iletişimi cortlatması olarak yansıyor. Nedir, bir kalıp şudur: “Tanrı, üstün insanı, çevresini dolduran aşağı yaratıkların hakkını hukukunu düzenlesin, onları sıkıdüzene soksun diye gönderiyor. Kendi yarattığı kulları tavuk boğazlar gibi katletsinler diye değil! İşte modern çağ sona erdi, aklın sonu göründü. Tanrısal düzen, Tanrısal akıl yeniden hazırlanıyor egemenliğe! Yepyeni bir dünya düzeninin kapısını aralıyor çağımız. Çağımız? Bilgi ve iletişim çağı… Neye yaradı bilgi ve iletişim? Kendi yetmezliğimizi göstermeye! Şükürler olsun ki sonunda kavramaya başladık bunu! Herkes değil tabii, yalnızca üstün olanlar kavrıyor bu yalın gerçeği.” (s. 42) 1990’ların ilk yarısında bu topraklarda bir roman yazılıyor, romanın esas oğlanı Ray Kurzweil’dan hallice, tekno-devrimi muştuluyor, kutluyor. Bütün bunlar şahane de romanın en iyi özelliklerinden biri toplumsal meselelerin cumbadak metnin ortasına atılmaması. Sırplar katliam yapıyorlar o sıra, BM’nin önünde insanlar toplanıp yeri göğü inletiyorlar, bunu video kayıtlarında görüyoruz ve binlerce insanın Bosnalılar için kolektif bir yapı oluşturabilmesinin önemini, insanlık onurunu bireysellikle ağırlaşmış hikâyede dahi alımlayabiliyoruz. Göze sokuluyor böyle şeyler, malum, ortada ne kurmaca ne bir şey kalıyor, toz duman, ideoloji metni ele geçiriveriyor falan, Albayrak öyle bir veriyor ki sınıf mücadelesini, savaş karşıtlığını, şapka çıkarmalı. Daha da ne demeli bilmiyorum, bu metin tekrar basılsa iyi olurdu. Aslankara’nın diğer metinlerini Can basmış, bu neden basılmamış, insan hayret ediyor. İnsanın gözleri pörtlüyor. İnsan olur olmaz zamanlarda neler neler oluyor. İnsan iyi bir şey okumak istiyor yahu.
Cevap yaz