Fan-made işler vardır, uğraşılmışsa tatmin eder ama iyisine rastlamak zordur. Şuna bakalım, Amerikalılar yine avanak avanak savaşıyorlar, sonra öyle bir yiğitle karşılaşıyorlar ki teker teker cortluyorlar. Yaman dövüşüyor mahluk, adamları çat çut indiriyor -Maori reisin dangalaklığı güldürdü- ama avcı onuru eşitliğe zorluyor, en sonunda kevgire dönüyor. Prodüksiyon falan zaten hak getire, olduğu kadar. O dünyanın kodları işliyor, geri kalanını koy gitsin. Kaynağa saygı duruşu, sevginin kelebeksel uçuşu, aşırı düşük kopya ama yine izleniyor, o dünyaya dönmek için. Ne kadar iyi, o kadar dönüş. Pek çok meşhur eserin vardır böyle, parodiye varıyorsa türe yeni yollar açacak rüzgârlar esmeye başlamış demektir, öbür türlüsü hayranlığın göstergesi. Şuraya geleceğim, hayranlığın iteklemesiyle üretilmiş kopya eserleri parıl parıl ambalajlara sarıp piyasaya sürmek nesi? Yani bu o kadar kötü bir roman ki Toptaş’ın yerinde olsam dava açardım, marka olsam değerim düşüyor diye yine dava açardım, her türlü bir davam var bu romanla ilgili. Bu roman neden basılmış olabilir, düşünüyorum, Türker yüksek lisans tezini Toptaş’ın bir şeylerinde bir şeyler üzerine yapmış. Güzel, buradan bir kredi açılmıştır. Yayınevi akademisyendir, kalburüstü üniversite mezunudur falan, bunları pek tuttuğu için bir kredi de buradan. Türker’in tezine bakmadım da akıl yürütüyorum, takımsöküm falan bir dünya gereçle Toptaş’ın metinleri paramparça edilmiş, sınıflandırılmış, başlıklar halinde teze konmuştur. Alırım bu parçaları, üfürükten karakterlerin üfürükten mekânlarda dandik gezintilerini kurmak için kullanırım, olur bana roman. Ama olmaz aslında roman, parodi bile olmaz, fan işi yave olur. Olmuş. Mesela Türker’i okuyacağıma neden Faruk Duman’ı, Toptaş’ı, sisli puslu atmosferde neyin ne olduğu sürekli değişirken devinimi sürdüren yazarları okumuyorum, cevap yok, ben gittim Türker’i okudum çünkü çok ucuza satılıyordu metni, işkillenmedim de bir şans verdim, daha çok yayınevine. İletişim genelde şaşırtmaz beni, en iyi ihtimalle vasat metinler basarak ideolojik istikameti sabit tutmaya çalışır da bu nedir ya, bu ne. Arka kapağa bakıyorum, “rüyalı ve oyunbaz bir ormanın romanı”. Geri zekâlılar için romana giriş resmen, hani üsluptur, müphemliktir, salla geç, nelerin döndüğünü anlamayan olur, sıkılıp bırakır, çevresine kötüler bir de, başa bela almayalım. Okur bu denli küçümsenmez, kepazelik. Elif Türker’in bir şeyler anlattığı söyleniyor ayrıca, sıralanmış. Doğru düzgün arka kapak yazısı yok memlekette, örnek olarak bunu sunarım. Dolambaçlar, gevezeler, rüya kâtibi falan varmış, onları anlatıyormuş. Süper anlamlı bir malumat, bağlama haşırt diye oturuyor, pek çekici. İçeride neler oluyor, ormanda köylülerden kaçan Alef gerçekle rüyayı tokuşturuyor, metin öz farkındalığını okurun kafasına atarak aslında üstkurmacayı göze sokuyor, kısacası ne kadar klişe varsa romanda kullanılmış, anlatım tekniği mezarlığı desek cuk. “Belki de elimde tuttuğumun gül mü, yoksa içinden çıktığım roman mı olduğunu anlamak istemiştim. Bilemiyorum.” (s. 127) Kaçarlarken Ruşen’le ayrı düşüyorlar, sonda bir araya geliyorlar, Alef bakıyor ki Ruşen’in yerinde beyaz bir boşluk var. Merhaba geçtiğimiz yüzyıl. Bir bölüm var, Alef koşuyor, koşarken kulağına rüzgârın sesleri doluyor: ünlü metinlerden cümleler parça parça, mesela Sancho var, Oblomov var, Orhan Pamuk var, Tanpınar geçiyor bir yerde. Abartmıyorum, iğrendim ya, ilk kez iğrendim. Karakterin belirsizliğinden nasıl fırlıyor abi bunlar, bu neyin şovu, hele bir yerde çok acıdan, dayanılamayacak kadar çok çok acıdan bahseden kadını gördüm, sinirlendim. Dicle Koğacıoğlu bu berbat metinde ne arıyor, onun kullanılması çıkar sağladı mı, daha fazla düşünmek istemediğim için yazının geri kalanında muşambalardan bahsedeceğim. Fethi Naci olsa kalburüstü anlatımı az över, gerisinde yerin dibine sokup çıkarırdı bu romanı, öylesi bir takla.
Muşambalara ilgi duymaya başladığımda kaç yaşında olduğumu bilmiyorum çünkü hiç ilgi duymadım muşambalara, başka şeylere ilgi duydum. Muşambalarla iletişim kurdum ama o zamanlar animistik dönemdeydim, Jung’u bilseydim muhtemelen hemen çıkardım o dönemden çünkü köşeli bilgi deneyimlenenin büyüsünü kaçırıyor, bu yüzden felsefeyle hiç ilgilenmiyorum desem yalan söylemiş olurum çünkü felsefe bana köşesiz de olsa anlayamayacağım şeyleri köşeledi, biraz anlayabildim ama dünya öyle olmayabilirdi, zaten dünyanın öyle olduğunu gösteren felsefe böyle olduğunu da gösterdiği için en iyisi yaşamak dedim, en iyisi yaşamak ve bahçemle ilgilenmek. Bahçem olsaydı ilgilenirdim, yaklaşık yirmi yıl sonra bahçe içinde bir evim olacak, o zaman ilgileneceğim. Mustafakemalpaşa’nın köylerinden birinde çok güzel evler var, Balıkesir yoluna bakıyor, tepelerde kocaman yel değirmenleri var, orada yaşayacağım. Alamadım mı evi, başka hiçbir planım olmadığı için genelde ne yapıyorsam yine onu yaparım. Benim bir sanal bebeğim vardı, ölünce çok üzülmüştüm, arkasındaki küçük düğmeye basınca tekrar doğduğunu gördüm, attım aleti bir kenara. Öldüyse öldü, o ne saçmalık. Gazeteler kuponla vermişti de almıştım, kuponla en son Türkiye tarihi falan gibi bir şey aldım, sonra sahafa mı verdim ne oldu. Kuponla aldığım bisiklete yaklaşık yirmi yıl bindim, dökme demirdenmişçesine ağırdı, gidip hayvan gibi bisiklet alınca hamallık yaptığımı anladım ama iyiydi hamallık, yoruyordu. Spor biraz da yorulmaktır malum, ben çok yorulunca spor yaptığımı sanıyordum. Sonra o kadar da yorulmamak gerektiğini anladım, eve gelince haşatım çıkmışçasına yatağa düşmeden de spor yapılıyormuş, üstelik daha iyisi. Sporun daha iyisi hedefe yönelik hareketleri hedefe yönelik nesnelerle yapmaktır. Tabii maksat hedefe çabuk yoldan varmak değilse, uzun yol başka açılardan tatmin ediciyse öylesi iyidir. Islak mendil koklamayı hiç sevmem, naylon poşetlerin hışırtısı hiçbir şey hissettirmez. Su şişelerini askerde öğrendiğim gibi katlayıp atıyorum, yerden kazanıyoruz. Gazlı içecek mi içiyorum, ortasından sıkıp kapıyorum ki gazı kaçmasın. Bu yüzden bana “dede” dediler, desinler, yaşlılar biliyor işi. Yaşlı olmaya yirmi yılım falan kaldı galiba, sonrasında yaşlıyım. Yaklaşık on yedi yaşından beri kendimi on yedi yaşındaymışım gibi hissediyorum çünkü o zamanlar kafam nasıl çalışıyorsa şimdi de öyle çalışıyor, kafamın o zamanlar nasıl çalıştığını hatırlıyorum, bir tek canavar gibi bilgi eklendi ama çoğunu da unuttum, yani on yedi yaşındayken kafam nasılsa şimdi de öyle desem söylediğimi kastediyorum. Tekrar evlenmek isterim ama opsiyonel bu, evlenmeyebilirim, evliliği öyle aman aman bir şey olarak görmedim, göremiyorum. Cine sardım, uygun ortam varsa artık bira içmiyorum da cini bir gömüyorum, dünya süper. Kokteyl severim ama hazırlanışının zahmetine değmez, o kadar da sevmem. Hayatımda en son ne zaman cam kırdığımı hatırlamıyorum, sanırım ilkokula başladığım sene bileğimi yardığım vaka sondu. Esas damara denk gelmediği için ölmedim, hayvan gibi iz kaldı çünkü sağlam yarılmıştı, kıpırdayan beyaz beyaz şeyleri görmüştüm. Bu yarma olayından ötürü serçe parmağım cortladı galiba, iyi katlayamıyorum, dınk diye takılı kalıyor bazen. Lise yıllığıma bakıyorum, bir de öyle hatırlıyorum kafamı, hoşuma gidiyor. İnsanları seviyorum ama bunu hatırlamak istemiyorum, insansız ortamlarda bulunmaya çalışıyorum. İronik, işimden ötürü. Hayatımda bir kez yumruk yedim, kimseyi dövmedim, öküzsü cüssemden ötürü pek bulaşmazlar bana zaten.
Cevap yaz