Ankara öyküleri. Osmanlı’nın son zamanlarından 1939 Erzincan depremine uzanan sekiz öykü, her öyküde Ankara’nın adım adım kuruluşundan, başkentleşmesinden nüveler var. Çiftliklerin konumlarından, Yenişehir’in bürokrat mekânına dönüşmesinden sınıflar okunabilir, ana caddelerde sergi açması engellenen seyyar satıcılardan kamusal alanın nasıl bölüştürüldüğü görülebilir, yeri geldikçe değineceğim. Bu son mevzuyla ilgili Çetin Altan’ın anılarından faydalanabiliriz, zamanında üstü başı kaykık olanlar, şalvarıyla kasketiyle dolananlar merkezden şutlanır, arka sokaklardan geçip gitmeleri istenirmiş. 1936’da geçen “Çeriçinin Düşleri..” nam öyküde adamımız sergiyi kuruyor -Fethi Naci de babasının Giresun’da karpuz sergiciliği yaptığından bahseder, bilmiyorum ama anladığım kadarıyla satacağın malı seriyorsun, sergiliyorsun, adı sergi, şimdinin seyyarlarının yaptığı iş sanıyorum da sabit olanı vardır herhalde- ve anılarına dalıyor beklerken. Gazi Caddesi, renk renk yüzükler, boncuklar, gül küpeler. Biri geçecek, çerçi küpeleri ayırıyor, gönlünün kaydığı kıza. “Karaoğlan Çarşısı’yla, hanlarıyla, hamamlarıyla, asıl Ankara sağ yanda kalmışken, onlar sola; yeni yeni kurulmakta olan kibarlar semti, Yenişehir’e doğru yürüyüp gider.. Gazi Paşa’nın devlet ricali oturur orada.. Oysa bunlar öyle yerlerin insanı değil.. Ya Kaleiçi’nden inip gelirler ya Hisarönü’nden..” (s. 73) Annem Yenişehir Sağlık Koleji’nde okurken fotoğraflarını almış oraların, yeni kurulan şehirden düzen manzaraları. Neyse, anlatıcımız kasketinden fırlayan saçları geri tıkıyor, altmışlı yaşlarında olsa gerek. Geriye dönüşler var diğer öykülerde olduğu gibi, anlatıcı babasıyla konuşurken Kemal Paşa’nın elinden başka bir şey gelmediğini, durumun kötülediğini, kırk beşindeki insanların da askere çağırıldığını söylüyor. Evlense yeniden, Makbule’yi unutup babasına torun verse, yok, yirmi yıla yakındır yas tutuyor, sevgisini gömmemiş daha. Yıllar geçmiş aradan sonra, çerçilik bitmiş, yol kenarında satıcılık. Aşk filizlenmiş tekrardan, kız geliyor, küpeleri başta almak istemiyor çünkü Hariciye Vekaleti’nden bir devletlinin kapısında çalışıyor artık annesiyle, parasını verebilir. Muhabbet sırasında çerçi öğreniyor ki kızın başını örtmesini istemiyorlar çalıştığı evde, böyle küçük kodları biriktirip dönemin kültürel, sosyal itiklemelerini genişçe görebiliriz. Çerçi kızıyor, o zenginlerin evinden çekip alsa kızı da sevse, başını istediği gibi örttürse, her neyse. Kız kaçarcasına giderken küpeleri peşinden koşturuyor çerçi, sonra gençten bir inzibat neferinin omzuna yapışan eliyle duruyor. Kızıl yüzlü, gök gözlü genç asker soruyor, çerçi cevaplıyor ama caddede kimse yok, düş meğer. Asker uyarıyor, caddede sergi açmak yok, devlet erkânı ve hatta Gazi Hazretleri bile geçebilir her an. Katolik mezarlığını gösterip anlattığının lüzumu yok orada ama önemli, radyoevi inşa edilecekmiş mezarlığın üstüne, kimin evi olacaksa. Kent tasarlanıyor, hafıza alanları ortadan kaldırılıyor, yenileri inşa ediliyor, tank tunk sesleri yükseliyor Ankara’dan. Ha, balolarda fraklı giysili insanlar dans ederlerken dışarıda türküler söyleniyor bir de, ikiliklere dikiz. “Erzincan’ı Dolan Gel” belki de Ankara’nın en silik göründüğü öykü, Ethem’in anılarıyla sınanması sırasında Ermenilerin saldırıları da çıkıyor piyasaya. Erzincan işi bakır işlemeciliği önce, Ethem karanfil nakşedecek ama kaç tane, Nedime için büyük bir tane, dört çocuğu için küçük, ablası için yine bir büyük ve yeğenleri için üç küçük. Aile bahçesi çıkacak ortaya, yitip gidenlerin yasını böyle tutuyor Ethem, o sıra köfteleri annesinin yaptığı gibi yapmayan eşine mutsuzlukla bakıyor ama iyiler yine, öyle çok hüzünlü bir hayattan geriye kalan orta karar bir aile. Ellisine gelmiş Ethem, kızı Ülker dört yaşında, Şükriye on küsur yaş mı küçüktü, bulmuşlar birbirlerini. Manzara: “Badem bıyıklı dangalak kana boyuyor geçtiği her yeri. Bize de mi gelecek sıra? Yoksunluğa katlanılır ama ölümün çaresi yok. Ekmek vesikalıymış, şeker hiç bulunmazmış, olsun.. Türkiye’ye bulaşmadan bir hızı kesilse şu delinin.. İsmet Paşa direniyor ya, günden güne daha fena bastırıyor elin gavurları, siz de girin, diye.. İngiliz’i bir yandan, Amerika’lısı bir yandan.. Hitler’e gücü yetmiyor pezevenklerin.. Aman, bir taş da siz atın, davası. Ne bilecekler bizim hallerimizi? Bakırcı Ethem Efendi’nin daha dördüne basmış bir kızı varmış.. Karısına, çocuğuna bırakacağı aylığı da yokmuş.. Gebersinler, diyecek Churchill Efendi.. Siz geberin inşallah..” (s. 81) İki kez geriye dönüyoruz, ilkinde binalara tıkılıp bombalarla çevrelenen insanların korkusu var. Bolşevik devriminden sonra Rusların beyaz bayrak sallayıp arazi oldukları, Ermenilerin de peşlerinden gittiği söylenmiş ama çetenin teki peydah olmuş, paşaların milisleri gelene kadar çok can almışlar da nihayet kurtuluyor Erzincanlılar, şenlik. Depremi yaşlı ana yaşamış, gelininin ve torunlarının çöken duvar altında kalmalarını aklına geldikçe anlatıyor, Ethem’in yarasını açıyor durmadan. Gözünde canlanıyor: çadırların arasında kalmış büyük alanda toplanan insanların arasında fötr şapkalı bir adam, İsmet Paşa, Gazi Paşa’dan sonra ikinci baba. Yaşlıca bir kadın boynuna sarılmış ağlıyor, Paşa da elini cebine atıp mendilini buluyor. Depremzedeleri alıp Çukurova’ya yollamışlar önce, Ethem’in annesi sıcak iklimi sevmemiş de Ankara’ya gitmek istemiş, öyle gelmişler, Şükran öyle eş olmuş, öyle yapmış köfteleri de. Hassas kadın ama. Ethem anılara daldığını, Erzincan’a şöyle bir gidip geldiğini söyleyince “Hoş geldin!” diyor kadın, gülümsüyor, yemeğini koyuyor adamın önüne. Hüzünlü öykü, öyküler. Çok başarılı değil, karakterler ansiklopediye dönüşüyor bazı, sahneleme dışında bir kurgudan bahsetmek zor, yine de okunası.
Başa döneyim, 1918’e. “Ankara İstasyonu”. Fahri trenden iniyor akşam, Ankara istasyonu dört yıl öncesinden daha sönük. Er Fahri dört yılda Fahri Çavuş olmuş da yaşadıklarını bir unvanla özetleyebilir mi, hiç değinmiyor, bir sağlığına şükrediyor. Anası Tefçi Safiye’yle kız kardeşi Elife’yi bıraktığı gibi bulsa dünyalar onun olur, hayalini kuruyor. Kurarken de dönüyor geçmişine, çocukluğuna, annesinin tefçiden hocalığa geçme çabasına. Düğünlerde çalarmış Safiye, bir iki dua da bildiği için onu tercih ederlermiş, bir gün komşusu gelip doğum mevlidi için hocalık yapmasını isteyince olmazlanıyor önce Safiye, sonra çocuklarını düşünerek kabul ediyor, üç kuruşa muhtaç halde yaşamak istemiyor. Eşi kadının tekiyle kaçmış, uzaktan izliyor bunları, düğünlerde verilen akide şekerlerini satmaya gittiklerinde bir gün Fahri’yle konuşuyor şekerci, babasının ölüm döşeğinde olduğunu söylüyor. Yüzleşme, ardından savaş çıkınca doğru cepheye. Arada İkinci Meşrutiyet’i kutlayan halkın geçidi, arada, “Padişahım çok yaşa!” diye bağıranların protestoları, Fındıklı anlık açtığı pencerelerle siyasal gelişmeleri gösterip perdeleri çekiyor hemen. “Kemal Paşa gelecek.. Akşama, Sabaha..” en civcivli zamanlardan, 1919. Müfide’ye gelen hediyeleri parçalıyor annesi, Salâh’tan gelen nişan hediyeleri yerlere saçılırken Müfide ne olup bittiğini anlayamıyor. Hemen açığa çıkıyor ama, meğer bu Salâh’la tayfası padişah efendiye karşı gelenlerdenmiş, Kemal Paşa dedikleri bozguncunun tarafını tutuyorlarmış. Bu yüzden evlenmeleri mümkün değil ama Müfide gönül vermiş, gidip gizlice konuştuğunda sevdiğinin planlarını öğreniyor. Gündüz vakti çuval taşıması numaradan, kaçırılan silahları gece arıyorlar da gündüz sokaktan geçenleri aramıyorlar ya, hani düşük gördüyse görmesin Müfide, adamın yaptığı iş başka. Kadının kafası karışıyor, taraf değiştirecek gibi hissediyor, gerçekten de Kemal Paşa kurtaracak mı vatanı, padişah taraftarlarının tümünü öldürecek mi, deli deli sorular. Güveniyor nihayet Salâh’a, birlikte umutla beklemeye başlıyorlar.
Dönem öyküleri, iyi. Daha iyilerini okumak isteyenlere Şükran Kurdakul’u öneririm.
Cevap yaz