Duru’nun okuduğu bir şeyden etkilenip yazmaya başladığını hayal ediyorum. Hacker piyasaya yeni çıkmış diyelim -“Hacer” diye bir espri patlatabilirmiş yazısında, yapmamış, teşekkür ettim- ve bankaların kasasını boşaltmaktan başka bir yanına değinilmemiş mi, Duru işin gidebileceği yerleri düşünüyor, bankaların kasalarındaki paraların sahiplerini düşünüyor, o paralar elde edilirken katledilen doğayı da düşünüyor, genişlete genişlete deneme. Çağrışımların ucu bazen sırf gevezelik, bazen ilginç buluşlara bağlanıyor, sonda da toparlayıcı bir üfürük, tamam. Eğlendirici denemeler bunlar, âna bağlı kaldığı için güncelliği biraz yitik ama sorunlar çağ boyunca süreceği için bir yanı da geleceğe varıyor, yıllar sonra okunabilir, tarihe gömülmez. Birkaç bölümden ilki doğayla alakalı denemelerden oluşuyor, “Hormonlu Kafalar” ilki. Olay çavuş üzümü, manav da kabul ediyor çavuş üzümünün çavuş üzümü olmadığını, ne ki öylesi geliyormuş artık. Çeşit çeşit üzüm varmış eskiden, üçe beşe düşmüş. Şimdi o bile yok, kent içindeki bostanlar ortadan kalktığından beri bulunmuyor. İstanbul’da Langa, Ankara’da Kazıkiçi, Bursa’da çilek ovaları tarihe karıştı. Kim anlatıyordu bunu, Michael Pollan, Arzunun Botaniği. Pollan da küçükken çeşit çeşit elma yermiş, en önemlisi de elmaların yamuk yumuk, yassı massı olmasıymış, doğal elmanın orantılı, mükemmel bir formu yokmuş yani. Tek tipleşen elmalardan bıkınca Almatı’ya gidip elmanın anavatanını gezmiş Pollan, Kırgızistan’da hâlâ üretilen çeşit çeşit elmanın güzelliği başını döndürmüş, elma cennetinde çocuklar gibi tekerlenmiş yerlerde. Tarımın sanayileşmesi en hızlı ve masrafsıza açtı kapıyı, nereye gidersek gidelim aynı meyveleri yiyoruz artık, yerel üreticiye ulaşmadıkça ki o dahi uğraşmıyordur doğal olanla, daha çok kazandıranı varken. “Elmaların hepsi vaşington, portakallar da vaşington. Şaşırtıcı büyüklükte ve hepsi bir örnek. Örneğin eğri büğrü, çirkin ama korkunç lezzetli Ankara armudu nerde? Yok. Onların yerini tornadan çıkmış gibi armutlar aldı. Görüntü, birörneklik ve para yüzünden yitirdik lezzet ve hoş kokuları.” (s. 10) Yumurta da böyle, antibiyotik atığı ya da balık unuyla beslenmiş tavuklar falan, o çiftlikleri biliyoruz, hayvanların yaşadıkları korkunç ortamın belgeselleri yapıldı, yani yumurtalar artık kokmuyor, lezzetsiz. İçeridekilere uygulanan işkence böyleyken dışarıda ne oluyor, martılar giriyor kareye, Sedef’teki martı yumurtalarını kırsınlar diye birkaç tilkiyi adaya salınca küçücük yere villa milla dikmeye başlayan ve martıların sesinden rahatsız olan, dahası martıların “ne işe yaradığını” bilmeyen kodamanlar, yılan popülasyonu hemen artıyor çünkü martılar yılanları hacamat ediyormuş. Dengeyi bir fiskeyle bozmanın destanı yazılmıştır dünyada, misal Karadeniz’de aşırı avlanma sonucu orkinoslar azalınca balıkçılar tüfekle yunus öldürmeye başlamışlar, ardından köpekbalıkları artmış, çünküsü malum. Eğridir’de yeni bir tip balık yetiştirmeye başlamışlar zamanında, yurt dışına satış bile yapılmış ama ne olmuş, yöreyi sinek basmış, varlığı umursanmayan balık türleri o sineklerle besleniyormuş da yeni getirilen balık ekosistemi cortlatmış. Kurbağaları ortadan kaldırınca yine sinek artıyor, Fransızlar sağlam para veriyor diye sinekle boğuşturmak halkı, süper. Görmediklerimizin yanında birlikte yaşadıklarımız var, örnek: “Balkon kapısını açık bırakmışım ve iki kumru buldum evin içinde. Soluk renkli ve dişi. Halının üzerinde iki dışkı, kitapların üzerinde birkaç fışkı. Kafalarını eğip bükerek baktılar bana anlamsız gözlerle. Ben de onlara baktım aynı anlamsız biçimde. Ne arıyorlardı bu kuşlar burada? İnsanların katı çevresinde? Yoksa barışı mı? Böylece bakıştır bir süre kıpırtısız ve suskun. Sonra kaçıştılar kuş ürkekliği içinde. Camlara çarptılar başlarını, balkon kapısıyla pencerelerin açıklığını bulup uçup gidinceye kadar.” (s. 26) İnsanlığımızı anımsadığımızı söylüyor Duru da oradaki “insanlık” aslında canlı deviniminin bir parçası olmak anlamında, yoksa yine ayrı düşüyoruz. Uzağız, avlanan hayvanlar sinirlendiriyor bu yüzden, çalılara takılmış kuşu yere koyar koymaz yarış arabası gibi gelen bir kedinin kapıp gitmesi, arkasından “Lan!” diye bağırıp kalmam öyle, o an çok üzülmüştüm ama kedinin bana yaptığının çok daha beterlerini yapan hayvanları izliyorum, beterlikten hayvanlığa kadar her terimi, aklımdaki her şablonu düşünüyorum. Yürürken de düşünüyorum bazen, çocukken rastladığım seyyar aktarlar vardı, şimdi dükkânlarda oturup müşteri bekliyorlar. Binlerce yıl önce otacıydı bunlar, şamandı, başka kültürlerde muadilleri vardı, sihirli mihirli insanlardı. Şimdi kendileri topluyorlar mı bilmem ama o bitkilerin verdiği şifayı bilen, o formuyla yayan bir onlar kaldı. Duru bahar geldiği zaman kokuları takip ederek çocukluğuna dönermiş. İki sebepten: ozon tabakası henüz delinmemiş ve demirhindi bitmeyen bir rüyaymış. Yetişkinliğinde karşılaştığı zaman yine heyecanlanmış Duru, almaya kalkmış ama son anda vazgeçmiş çünkü, bir şey olur illa, bir yapaylık bulaşır da çocukluğun demirhindisi kirlenir. Kalsın öyle. Ozon tabakası daha fazla delinmesin, o ışınların insana ne yapacağı bu kadar belliyken biraz daha yavaş kirletsin dünyayı sermaye. Doğa bahsi burada bitmiyor ama doğrudan doğayla ilgili denemelerin sonuna geliyoruz, saçakların ucu kente değerse okuyacağız doğanın ahvalini.
“Kent Uğultuları”, gürültüler, Attali. Ayrıntı’dan çıkmıştı en son, ilk baskısını görmüş Duru, kitabı okumamış da kulağımızı patlatan ses üzerine olduğunu düşünmüş. Ormandan getirilen bir kuşun gürültü yüzünden çok kısa bir süre yaşayabileceğini okumuştum, desibel pörtleyince bütün ayarları bozuluyor hayvancağızın, etrafımızda her an bombaların patladığını düşünürsek, eh, biraz anlayabiliriz herhalde kuşu. “Herkesin Hint fakirleri gibi, kalabalık ve gürültülü bir ortamda bile, kendi içine kapanıp ruh dinginliğine erişmesi son derece güç. Ona erişse bile ya sokaktan bir satıcı geçiyor, ne olduğu anlaşılmaz sesler çıkarıyor hoparlörle, ya da bir korna sesi çuvaldız gibi batıyor bilincinize. Eski uygarlıkların da kendine özgü gürültüleri vardı herhalde. Ama o çağlardan bu çağlara geldikçe hem gürültülerin nitelikleri değişti, hem de giderek doğal gürültüler yerini teknolojik gürültülere bıraktı.” (s. 43) Emine Sevgi Özdamar bahsediyordu, sokaktan geçen adam, “Simitçi!” diye haykırmıyorsa artık, dille bağının biraz tavsaması, Almancaya gönül vermesi olağanlık. Gerçekten sesler değişiyor bu arada, İstanbul martılarıyla tabii meşhur ama eskiden martı yokmuş buralarda, kentin çöplerini yığdığı alanlar arttıkça sayıları çoğalmış. Şöyle yüz yıl önce falan, dışarıdan gelen sesleri düşününce aklıma köy geliyor çünkü hayvanlar otlatılırmış buralarda, Bostancı, adından belli zaten, bağ bahçeden gelen çapa sesidir, kuş sesleridir, başka da bir şey gelmezdi. Tepemden geçen uçağın sesini duyuyorum şimdi, bazıları manevrayı tepemde yapıyor. Kirlilik mi, kanıksamak kirliliğin olmadığı anlamına gelmiyor, daha doğrusu insanın makineyle tokuşması başka tür bir normallik oluşturuyor da 200 yıldır bu hengâmenin içindeyiz, binlerce yılın yaşam pratiği ortadan kalkınca normal de yitmedi. Askerde halıya basmanın özlendiği söylenir de ben çimlere uzanmanın hayalini kuruyordum, döndüğüm zaman Küçükyalı sahile gidip bir uzanmışım, böyle bir keyif yok. Gürültüden uzak da bir yer. Saatine göre. Yalnızlığın acısı azalsın diye eve gelir gelmez televizyonu açanlar, beyaz gürültüye bağımlılar, anlıyorum ve üzülüyorum. Bitiriyorum: “Tüm bu sakıncalara karşın gürültü uyuşturucu maddeler gibi alışkanlık da yaratabiliyor. Bir arkadaşım gürültü olmadan uyuyamazdı. Bir gün Bodrum’a tatile çıktı. Gölköy’deki sessizlik karşısında günlerce uyuyamadığını söylemişti bana. Uyuyabilmek için TV’yi ya da radyoyu açık bırakarak oradan gelen hırıltıdan bir ninni gibi yararlanarak uyuyabilen kimseler olduğunu biliyoruz.” (s. 44)
Cevap yaz