Türün karşılaştığım en iyi örneği hâlâ Aç Yol, Ben Okri’nin fırtınasına kapılan bir daha kurtulamaz. Gözün içeriden görüp görmemesi ne ölçüde önemlidir, elbet önemlidir, yerelliği doğrudan aktarır da kolonyal kolonyal gevelemez. Göz. Nijerya’nın kadim inançlarından mürekkep bir kurgu Okri’ninki, Couto’nun metnindeki atmosferin başarısızlığını kıyasla örneklendireyim, hemen hiç açıklama yok, yaşam nehrinin sularından kopup hayata gelen ışıkların insana dönüşmesi, kaynağa dönmeye çalışırken karakterlerin somut dünyadan mitlere yavaşça kaymaları, koca bir döngü olarak yol, yolun açlığından, gerçeküstünü boca etmesinden kaynaklanan tekinsizlik alır başını gider Okri’nin romanında. Antropoloji dersi değildir ama metne girebilene dersten çok daha fazlasını, öylesi bir dünyada yaşamaya çalışan insanların gündeliğini, pratiğini verir, kurguyla öğretir, okur zorlanacak, belki uzaklaşacak diye çekinmez. Cesur metindir yani, cüret eder yabancılığı olanca vermeye, sırf bu yüzden başarılıdır ki hikâyesi, şusu busu telli kaymaklı ekmek kadayıfıdır. Booker’ı boşa almamıştır. Bizde bilinmemesiyse anlaşılır, ortalama okurun ortalamalığı pek aşağılarda kaldığı için. Yeterince övdüm, şimdi Couto’nun metnine gelelim, bu derstir işte. Kadınların aslanlarla münasebeti mi vardır, eylemlerin vasıtasıyla akışta ortaya çıkmaz bu, gizemi mahveden bir karakter mutlaka vardır, açıklama yapmayı vazife bellemiştir. Misal: Aslanın teki şöyle bir dolanıp kükrer, esas kız korkudan taş kesilir ama aslan şöyle bir bakıp gider. Olayı sonradan duyan veya o an orada bulunan biri hemen malumat vermezse olmaz: “O senin ablandı. Bizim kabilede kalplerimiz leğene benzer, ablaların şeklini almıştır, sen de ablanla karşılaştın ve ormanı gözlerine yerleştirdin.” Vaov, etkileyici. Yüz beş bin yolu var bunu usulca aktarmanın, kafaya atmaktan daha iyi yolları var, hani Okri’de de bu tür açıklamalar vardır ama olay örgüsünün açtığı -yarı açtığı da diyebiliriz- aralığın ötesine geçmez, aynı düzeyde başka aralıktır, iyidir, anlatı bu tür çözümlemelerle ilerlemez. İlerlememeli çünkü dur-kalk yorucu zaten, her malumat metni zınk diye durdurmaya meyilli olduğu için geçişler zaten çok çok yumuşak olmalı, sertken bir de çok sayıdaysa eyvah. Le Guin’in bahsettiği “bilgi topakları” zihin için tümsek gibi bir şey, kafa dank dunk vuruyor bir yerlere bu topaklarla karşılaşınca. Couto’nun metni bunlarla doluysa da Mozambik’in yerel gerçekliğiyle Batı’nın gerçekliği çakışmadığı zaman hikâye arızalarından kurtuluyor. Bu ikiliği hikâyedeki esas ailenin Batılılaşması, Portekizlileşmesi, başka ne demeli, asimile olması sağlıyor, misyonda büyüyüp mübarek Hıristiyanlar olarak topluma katılan genç Afrikalılar aslanlarla akraba çıkmalarına şaşırıyorlar, hastalıklarının bir ağaca itelenmesiyle sağlıklarına kavuşmalarından, kafası bozulan bir akrabanın sağalmayı tersine çevirip ağacı iyileştirerek kişiyi tekrar hasta etmesinden şaşkınlığa düşüyorlar. Köy demeli, yaşadıkları köyden öylesi de kopmamışlar ama dünyanın somutluğu tam Batı kafası, Couto burada sömürgeciliğin zihinlere de yayıldığından falan filan, böyle şeyleri fırlatıyor, elimizi siper etmeliyiz yoksa gözümüze girecek. Şu da var, halkların inanç dünyalarıyla bezeli her metnin büyülü gerçekçiliğe, postmodernizme falan sokulması da bir tür kültürel sömürü gibi geliyor bana, Batı’nın kerteriziyle tespit edilen her metin yerellikten koparılıyor da “egzotik” ne bulduysa yiyip yutmuş, şişe şişe bir hal olmuş kalıplara kaktırılıyor. Reddediyorum, bence gerçeklik büyülü değil bu romanda kardeşim, sizin gerçekliğiniz odun.
Başlangıç: “Tanrı bir zamanlar kadındı. Yaratıldığı yerden uzaklara sürgün edilmeden önce ve Nungu ismini henüz almamışken, şimdiki evrenin efendisi bu dünyadaki tüm annelere benziyordu. Başka bir zaman diliminde, okyanusla, toprakla ve gökyüzüyle aynı dili konuşuyorduk. Büyükbabamın dediğine göre saltanat çökeli çok oldu. Ama içimizde bir yerde bu uzak çağın anıları kaldı.” (s. 9) Gökyüzü tamamlanmamıştır, her doğumdan sonra bir ilmek daha eklenir yukarılara, çocuklar hayatlarını kaybederse eksilir, bütün dünya inançlardan ibaret gibi görünür Mariamar’a. Otuzlu yaşlarının ortasında bir kadın Mariamar, kısa süre önce kız kardeşinin geceye yürüyüp aslanlara yem olmasından ötürü sarsılmıştır ve daha yeni fark etmiştir ki ölülerin mezarlarının başına konan taşların anlamı başkadır: “Bizim mezarlığın kutsal zemininde bir haç işareti daha vardı, bu, bizim müslümanlardan ve paganlardan farklı olduğumuzu gösteriyordu. Artık biliyorum: Ölülerin başucuna koyduğumuz mezar taşı saygıdan değil, korkudan. Onların geri döneceğinden korkarız. Bu korku zaman içinde özlemden daha baskın hale gelir.” (s. 10) Okur için mi bu kadar tatava, hani garipseyecek de bırakacak mı metni, yoksa hikâyeye otopsi niye? Hanifa Assulua asimile olmuş bir ailenin kızıdır, eşi Genito Serafim Mpeppe’yle anlaşabildiği söylenemez ki anlatı boyunca karşımıza çıkacak laytmotiflerden biri de erillik altında boğulan Afrikalı kadınların uyanışlarıdır, yemek yapmayı reddedişleri, erkeklerin savaşçılık oynamalarına duydukları tepkilerin yol açtığı isyandır. Metne çeşni olarak serpilen toplumsal sorunlardan yalnızca biri, yedirmedikten sonra bir iki karakterin bireysel çıkışları olarak kalmaya mahkum. Anlatı iki karakterin bakış açıları üzerinden ilerliyor, bu bilgi bombardımanından mesul olan Mariamar bulduğu her boşluğa bir topak koyacak: “Kadın yere uzandı, başını taşa koydu. Amacı dünyanın iç organlarını dinlemekti. Kulumani kadınları sırları bilirler. Örneğin anne karnındaki bebeklerin belirli bir zaman diliminde pozisyon değiştirdiklerini bilirler. Tüm dünyada bebekler toprağın derinliklerinden gelen benzersiz seslere itaat ederek kendi çevrelerinde dönerler.” (s. 14) Şunu karakterlerin devinimiyle, hikâyenin ilerleyişiyle vermek çok zor olmasa gerek ya, ansiklopedi maddesi gibi pörtlüyor. Neyse, Mariamar on altı yıl önce oralardan geçen bir avcıya tutulmuştur, adamın da ilgisini çeker ve birlikte kaçmak üzere anlaşırlar ama avcı hiçbir zaman çıkmaz ortaya, zaten kısa süre sonra savaş patlayacak, erkekler toptan ölüme gidecek, savaştan dönenler bile kendilerini ölü belleyeceklerdir. Kalbinin kırığını onca yıl duyumsar Mariamar, kardeşinin aslanlarca lüpletilmesinden sonra kehanet gibi bir haber alır, bir adamla birlikte nehir boyunca ilerleyip köyü terk edecektir. Büyücü yoktur ama vardır köyde, ara sıra böyle kılçıklar atarak gelecekten haberler verir. Nitekim Arcanjo Baleiro gençliğinde bir süre avlandığı topraklara dönmek üzere yola çıkacaktır, aslanların azdığını duyunca ömrünün son avına çıkmak için hazırlanır. Hikâyesi bambaşkadır, annesi o avın verimsiz geçeceğini söyleyerek kendi kehanetini sunar, Arcanjo’nun gerçek niyetinden haberi yoktur aslında. Babasını öldüren kardeşinin akıl hastanesine kapatılmasından, âşık olduğu bakıcı kadının kardeşiyle evlenmesinden sonra memleketine dönmek isteyen Arcanjo noktayı nihayet koyacaktır orada, niyeti budur ama kardeşinin asıl hikâyesini öğrendiği zaman yaşamak için sebep de bulacaktır. Tabii yıllar sonra gerçekleşen karşılaşma da belirleyecektir gidişatı, bal gözlü kızın aslında yaşayanlarla ölüler arasında gidip geldiğini öğrenmese de kızdan fışkıran hayatı tekrar keşfettiğinde afallar, finaldeki faciadan sonra öngörü tamamlanır, birlikte yola çıkarlar. Mariamar babasının tecavüzünden, ablasının aslanlığından kurtulur, Arcanjo da kendisini takip eden lanetini silkeler şöyle bir, mutlu son. Neler vardır arada, dağı taşı satan Batılılara eleştiriler, mesela satılmasın diye fırlattığı taşın yere düşmeyeceğini bilen yerli sağlam bir ders verir sömürgecilere. Arcanjo’yla birlikte seyahat eden züppe yazar büyüye inanmış halde ayrılır oradan, cinayet olarak gördüğü ava da ısınmıştır, avcının silahını eline alır almaz avın sihrine kapılıverir. Dönüşümler keskindir, mesajlar bıçak gibidir, delik deşik oluruz metni okurken. Bu yüzden potansiyelin harcandığını düşünüyor, yine de okunmasını tavsiye ediyorum bu metnin, denk gelen kaçırmasın.
Cevap yaz