Zamanları, mekânları eşlerdim, hangi zamanda ne işlerin döndüğünü kıyaslamayla dökerdim de zahmete değmeyecek bir metinle boğuştum yine, bir ara jandarmayı çağıracak gibi oldum, sabrımın bittiği noktada roman da bitince nefes aldım resmen. Şimdi bu romanın neden basıldığını anlamak için allame olmaya gerek yok, İletişim’in algoritması basit: belli bir ideolojik tutum, mümkünse yurt dışıyla bir şekilde bağlantı, bu tamam, romanda yakın tarihin oradan buradan eleştirisi, yeterli. Öyle derin bir kurmaca zekâsı gerekmiyor, haldır haldır anlatmak kâfi. İlginçtir, karaktere geçmişi eşeletirken tam, kusursuz diyaloglara dalıp kurguyu viran eden yazarlardan değil Yazıcıoğlu, bir yerde kişisel tarihini diyaloglarla daha iyi işleyebileceğini, konuşulanları hatırladığını söyleyen bir karakter çıkıyor karşımıza, bu duyarlılığa ilk kez rastladım ve rastladığım metinden ötürü şaşırdım çünkü geri kalanı öyle bir can sıkıyor ki bu hassasiyetin kurguya neden sıçramadığını merak ediyor insan. Bu metnin yapmaya çalışıp başarısız olduğu şeyi Wallace Stegner’ın Doyma Ânı nam metninde bulursunuz mesela, kusursuz bir metindir o, Doppler etkisini tarihe uyarlamaktan mektupların, fotoğrafların tarih kurgusundaki yerine kadar incelemediği şey yoktur Stegner’ın, müthiş. Yazıcıoğlu’nun iki meselesi var, ilki bazı şeylerin bazı şeyleri tetiklediği, bu tetiklenmelerin yıllara yayılmış ilişkilerde ortaya çıkabileceği, diğeri de kişisel tarihle geçmiş arasındaki öznellik-nesnellik ilişkisi. Bu kadar, zaten şöyle bir değinip geçiyor karakterler, hiç öyle derinleştirme dertleri yok. Ne dertleri var, orta sınıftan bir dallama hariç hepsi üst sınıfın şanslı çocukları olarak büyüyorlar, biri hizmetçi Serap’a tutularak hayatını mahvetme noktasına geliyor, kadının peşinden koşturmasını izliyoruz sayfalar boyunca, diğeri eşcinselliğini gönlünce yaşıyor da kendini keşfetmesinin klişe hikâyesini okuyoruz. Hani gençliklerinden yaşlılıklarına kadar genişçe bir aralıkta değişimlerinin olağanlıktan fırlayan seyrini görsek tamam, hafızanın kurguyu karman çorman ettiği bir biçimle karşılaşsak da parçaları birleştirmeye kalksak tamam, sünepe anlatımın değiştiğini görsek bile bir ölçüde tamam yahu, bu insanlar neden aynı sesle konuşuyorlar? Numunelik bir iki sözcük var karakterlere özgü, yeter mi farkı belirtmeye, yetmez. Çatışacaklar diyelim, aynı ses oradan oraya, son derece homojen, steril bir çıngar. Geçmişi eşeleyen sadece bir karakter var aslında, herkes kendi cephesinden ele alsa da olgular cuk oturuyor yerine, yapbozda uyumsuz parça yok. Böyle bir şey mi geçmiş, tekil bilinçte bile kaç çelişkiye yol açan bir akışkanlık değil mi, belli ki değil, karakterleri bu yüzden başarısız buluyor, Ece’yle Tunç’un spektaküler konuşmalarına geçiyorum. Tunç anlatıyor: sene 2014, bir okula konuşmacı olarak çağrılmış Tunç, romanlarını ve New Jersey’deki süper işini bırakıp memlekete dönme sebeplerini anlatacak. Bir de bakıyor, Ece de konuşmacı, aslında ayarlanmış bir durum ama sonlara doğru anlayacağız mevzuyu. Kahve daveti, yazılacak romanlar üzerinden muhabbet, anıların ne kadarının kurgu olduğuna dair. Hiç “öyle” düşünmediğini söylüyor Tunç, anıların gerçek olup olmadığını ilk kez sorguluyor, Ece’nin ne demek istediğini de tam olarak anlayamıyor. Büyük romancı Tunç tam bir andavallı çıktı, Ece de ondan aşağı değil, en sonunda başka insanlarla karşılaşmalarını anlatırlarsa kendi yaşamlarını da anlatacaklarını anlıyorlar. İki kıtın konuşmalarının vardığı noktada Tunç herhangi bir karakterin bilinmeyen noktalarını aslına uygun kurgulamaktan bahsedince “okuyucunun” kurguyu daha iyi anlayacağında hemfikir oluyorlar. “Heyecanla verdiğim bu yanıt üzerine Ece gülerek beni alkışlamaya başladı, ben de ona katıldım. En başta kurguyla neyi de kastettiğini anlamıştım ama bu ikimizin başarısıydı. Yaşam öyküsü tabii ki kurgulanmadan anlatılamazdı! Hangi olayı anlatırken nesnel olabiliriz ki?” (s. 31) Hikâye boyunca böyle osuruktan, suyunun suyu icatlarla karşılaşmaktan bunaldım ben, o kadar bayağı buluşlar var ki sıkıntıdan infilak etmek işten değil. Neyse, diğer karakterlere bakalım da dert sahibi olalım.
Suat yakışıklı değil, zeki değil, sözcüklerle arası iyi olduğundan şiir miir uğraşıyor bir şeylerle, kadınların kalbini öyle zortlatıyor. Okuldan öğretmeni François sayesinde kadınları elde etmenin yollarını öğreniyor, annesiyle öğretmeninin ilişkisini öğrenince dünyası sarsılıyor ki babasının iktidarsızlığını, daha da önemlisi eşine verdiği seks iznini öğrenince iyice yamuluyor. Ece’yle karşılaştığı zaman, Aşiyan’da Tevfik Fikret şiirlerini birbirlerine okudukları zaman büyümüş olacak Suat, Ece’nin hayatının orta yerine çökerek yalanlarla dolduracak kadının aklını, sonra arazi olup yarayı açık bırakacak. Ece’nin yıllar önce yazdığı mektubu yollamaya kalktığında öğreniyoruz hikâyeyi, Suat’a hissettiklerini 1992’de uzun uzun yazmış da 2017’ye kadar tutmuş elinde. Nasıl âşık olduğunu, kaptırdığını, hayatını mahvettiğini anlatıyor Ece, dikkate değer bir şey yok. İntihar teşebbüsü var, eve gelen hizmetçi Serap’ın camları açmasıyla kurtuluyor Ece, yıllar sonra Tunç’la konuşmalarından birinde Serap’ı eve getiren olaylar zincirini düşünüyor da dönüm noktalarını belirleyen olaylardan hangisinin daha önemli olduğunu anlamaya çalışıyor. Yani çok katı bir determinist de değilim ama öyle büyük planlara falan kıymet de vermediğimden belki, aşırı dandik geliyor bu tür sorgulamalar bana, bir şey olunca başka bir şey de olur ve daha başka bir şey olmaz, tamam, bu zinciri veya soyut bağı incik cincik kurmak için ne gereksiz zahmet. Sünepe Suat’ın mezunlar gününde yaşlı osurukları etrafına toplayıp kadınları nasıl cortlattığını anlattığı bir bölüm var, klişeden midem bulandı. Kim varsa ağzı açık dinliyor, Suat şöyle yanaşıp böyle uzaklaştığını anlatıyor, pipi dikeltici ilaçlardan falan bahsediyor, ööf. Teknolojiyi yakalamaları lazımmış, artık vatsap varmış da kadınları oradan düşürmek daha kolaymış, zamane kadınlarının sosyal medya uygulamalarında kendilerini paylaşmalarının manası çok derinmiş derken toplumu da bir güzel eleştiriyor Yazıcıoğlu, görev tamam.
Zerrin’in hikâyesini de anlatıp bitireceğim, metinde yer aldığına göre bir gereği vardır diye düşünüyorum, bulamamış olsam da. Zerrin Beyhan zamanında üst düzey bir bürokratla evlenip eğitimini yarıda bırakmış, Avrupa’da sefir eşi vazifesi görmüş bir kadın, Ece’nin annesi. Leyla Gencer’in zirvede olduğu yıllarda Grace Kelly’yle de tanışmış, ikisini karşılaştırırmış hep, ne büyük ıstıraplar. Eşi cinsellikten nasibini almadığı için karşısına Marvin çıkınca âşık oluvermiş Zerrin, zaten odasını ayıran eşine de hiçbir duygu beslemiyormuş, bu yüzden istediği gibi yaşamaya karar verip boşanmış. Marvin’le birlikte Londra’ya, o sıra Ece yirmilerinin başında olduğundan o da Londra’ya, gerçi boşanma yüzünden bir süre konuşmasalar da kız nihayet anlamış annesini de araları düzelivermiş. Günümüze doğru gelelim şimdi, Zerrin’le Suat buluşacaklar çünkü mektup olayından haberi var Zerrin’in, kızını korumaya çalışıyor ama Suat’ın ahıyla vahı arasındaki ilişki tehlikenin doğmayacağını gösteriyor aslında. Suat’ın değiştiğini söyleyebilir miyiz, gençliğindeki sünepelik özgüven patlamasıyla örtülü olsa da yine belli, Zerrin’e söylediklerinden anlıyoruz. Ha, bir süre sonra ölüyor Zerrin, cenazesinde Serap’la Serap’ın kırığı yan yana geliyorlar ama adam tanımıyor zamanında canını verecek kadar sevdiği kadını. Böyle yan hikâyecikler var, hiçbiri sarsmıyor, zengin çocuklarının şımarıklıkları olarak görmemek zor onca yaşananı. Yakın tarih dedim de, onca darbenin hiçbir etkisi olmamış bu karakterlere, yoksa bir iki eleştiri mutlaka yer alırdı İletişim romanlarında. Bunun asgari roman olması yetmiş zannediyorum, fazlasına ihtiyaç duyulmamış. Okumayacağım diyorum, sağdan soldan ödünç bulunca farklı bir şeyle karşılaşırım diye yine okuyorum. Ama yetti, iki vasat roman üst üste gelince tamam, İletişim bir süre yok.
Cevap yaz