Işık, gölge. Berduş mu o, adamın biri çöp topluyor, sokaklarda dolanıyor, kenardaki varilden bir şeyler çıkarmaya çalışıyor. Hop, içine. Varil devriliyor, yuvarlanıyor, yuvarlanıp önünden geçtiği sokaklardan birinde adamın biri ateş yakmış, ısınıyor, adamın biri camdan bakıyor, adamın biri yuvarlanan varili izliyor, adamın biri sadece var, berduş cumburlop denize. Araba geçiyor arkadan, kedinin teki suya bakıyor. Adam varile girmeden önce bir şey atıyor havaya, varilde ne var? Varil ev olsa, kıyafetler belki, düzenli bir şekilde yerleştirilmiş çemberin etrafına, biri mi yaşıyor orada, berduş boş eve girmeye çalışıyor. Sakallı, uzun saçlı, çuvalında hayatını taşıyor. Dükkânlar kapalı, tepede ay var. Çizim bu, metinle desteklenmemiş, Erdem’e gece gelen öykülerden biri. Çizgi öykü. Gece öykü. Sıradaki gündüzün: puşi o galiba, puşili adam tohum serpiyor, arkasında minibüs. Mü o? İki bavuluyla iniyor adam, bavulları taşımaya çalışıyor ama beceremiyor, çiftçi uzaktan izliyor. O kadar da uzaktan izlemiyor artık, yanına gidip yardım teklif ediyor, bavullardan birini sırtında taşıyor. Tepelerde bir ev, bacasından duman tütüyor, orayı gösteriyor adam. Çiftçiyle birlikte tırmanmaya başlıyorlar, eyvah, çiftçi aşağı uçuyor. Adam yavaş yavaş iniyor, yerde sekiz kat olmuş çiftçinin başına çöküp üzülüyor. Geriye dönüp baktığında iki adam yürüyor, minibüse binecekler. Adam eşyalarını bavuldan çıkarıyor, çiftçiyi bavula yükleyip minibüse el ediyor, binip gidiyor. Diğer bavula ne oldu, çiftçinin elindeki kayıp. O iki adam nereye kayboldu, minibüse binmiş olabilirler. Tepedeki evde kim yaşıyor, o tüten duman mı, bir şey mi tütüyor? Hiçliğin ortasında ne serpiyor çiftçi, orada ne yetişecek belli değil. Eşya mı çiftçi, bavula tam sığıyor. Bir sonraki öykü ava giderken avlayan adamın, süreç sonlanmadan avlıyor avlamayacağını, avından başka bir avı avlıyor ama başka av aslında av değildi, şanssızlığının kurbanı. Ortada havuç, havuç ve tavşan, havucu yiyen tavşan, uzaklardan gelen adam. Önce taş atıyor, tavşanı tutturamıyor, tavşan çalılıkların içine. Çalılıklara koşuyor adam, şöyle sağa sola, bulamıyor tavşanı. Tüfeği elinde, yanında bir testi, ney o, içecek, bekliyor. Tavşan uzaklarda, adam doğruluyor, nişan alıyor, dıkşın! Yere serilen canlının -ölünün- yanına gidiyor, ölü beklenenden biraz daha büyük, meğer adam! Cesedi omuzluyor avcı, çukur kazmaya başlıyor. Tavşan bir ağacın arkasından olup biteni izliyor. Ölünün yüzü yere dönük, toprağı izliyor. Avcı tüfeğini bırakmış, kazma sallıyor. Çalılıklara bırakmıyor ölüyü, tavşanı zaten unutmuş. Kapkara bir tavşan. Ölüm gibi, gölge gibi orada.
“Öfke”nin bir benzerini ne zaman, geçen yıl mı, sosyal medyada izledik. Mahalle kavgası sırasında balkondan arabanın tepesine atlayan adamın olduğu kavga değil, balkondan tencere atarken dengesini yitirip aşağı düşen adamı diyorum, o öfkeyle ayarlayamadığı momentum canını aldı. Gerçi öldü mü bilmiyorum ama fena düşüyordu. Birinci kattan. Yaşıyordur umarım. Tencereye ne olduğunu çok merak ediyorum. Öfkeyle fırlatılan nesnelere ne olduğunu merak ediyorum. Taş diyelim, kafaya çarpıyor, çarptığı kafayı yarıyor, yarık kafadan can çıkıyor, taş çarptığı kafadan sekip yere düşüyor ve öylece durmaya devam ediyor. Bir taşın en taş olduğu zaman kafaya çarptığı zaman değil, öylece durduğu zaman. Ağacın öyle, kuşun öyle, yani her şeyin kendi çizgisinde seyretmesi en doğalı. İnsanın en doğalını kestiremiyorum, toplayıcılık yapması mı? O döneme geri dönülemeyecek olmasında da hüzün var biraz, gelişim aşamaları tamamlandığı için şimdinin dışına taşamayacağız. Taşarız, zor. Kapitalizmi devirmek zor ama devrilecek, kaçarsız. Bu böyle süremez çünkü, sürdürülebilir değil. Zaman meselesi. Toplumsal mesele. Ekonomik. Öykü ne, adamın biri uyumaya çalışıyor, sağa dönüyor, sola dönüyor, hışımla kalkıp balkona çıkıyor. Aşağıda köpekler havlıyor, adam hemen bir şişe fırlatıyor aşağı. Köpekler daha fena havlıyor, adam hemen bir saksı fırlatıyor aşağı. Adam kendini fırlatıyor aşağı, istemsiz fırlatmaya düşme denir, adam düşüyor aşağı. Köpekler hemen ısırıyor, çekeliyor. Adam ölü, olduğu yerde duruyor.
“Hayata Dönüş”ün çok benzerini yaşadığım için kahramanımızı çok iyi anladım, o intihar etmeye çalışıyor gerçi de mutlulukla dolduğu ânı iyi bilirim, ben de elimdeki belgeyi rüzgâra kaptırıp peşinden koşmuştum. Adam su kenarına geliyor, mektubu yanına bırakıyor, tam atlayacakken fişuv bir rüzgâr çıkıyor, uçuruyor mektubu. Adam telaşla mektubun peşinden koşuyor, sonra gülmeye başlıyor, sonra kahkaha atıyor. Mektup adamın gittiği yönün tersinde duruyor ama o andan sonra önemsiz, adam yürüdü gitti. Ben o belgeyi bulmak zorundaydım, yürüyüp gidemedim. İki yıl oldu galiba, Göztepe’deki yeni hastaneye annemi götürdüm çünkü üç beyin cerrahından imza almamız lazım, öncesinde annemin muayene olması lazım ama koftiden muayene, PET çekimi için prosedür öyle. Doktor annemi biliyor zaten, görüp hemen belgeyi hazırlıyor, diğer cerrahlara imzalatıyorum, sonra Merdivenköy’deki polikliniğe gidiyoruz, belgeyi veriyorum, çekim gününü ve saatini söylüyorlar, başka malumata gerek olmadığını söylüyorum çünkü beş yüz üçüncü kez oradayız, annem ne yapacağını biliyor, ben ne yapacağımı biliyorum, kanserin ne yapacağını bilmediğimiz için onca telaş. O gün yine cerrahın ofisindeyiz, doktor belgeyi verdi, bölüme çıkıp diğer doktorları bulacağım çünkü yan odalardaki doktorlar yok. Çıkıyorum, dolanıyorum, oradaki doktorları zar zor bulup imzaları tamamlıyorum. Aşağı iniyorum, annem yorgun, hemen Merdivenköy’e gidip randevuyu almak istiyorum ama abimin arabayı kapıya çekmesi lazım, bekliyoruz. Fişuv! Rüzgâr elimdeki belgeyi faş diye çekip aldı elimden, uçurdu havalara. Annem, “Eyy!” dedi, ben, “Ulaan!” dedim, belge koca havalandırma platformunun üzerinde kayboldu. Şimdi zaten bitiğim, annemin tümörleri küçülmek bilmiyor o sıra, devlete dava açmışız ki ilaç parası karşılansın çünkü onca bin lirayı bizim karşılamamız mümkün değil, kısacası çöküğüm ve belge mi uçtu havaya, ana avrat gidiyorum içimden. Merdivenleri görüyorum, koşuyorum, annem arkamdan, “Oğlum dur!” diyor. “Sikerim belanı senin,” diye küfrediyorum belgeye, tak tuk çıkıyorum metal merdivenlerden, daracık yolda koşturuyorum, makinelerin uğu uğu sesi geliyor, kulaklarım acıyor, sanki Terminatör gelecek karşıdan da kafasına vurup belgemi isteyeceğim, öyle metalik bir ortam, sola dönüyorum, uzunca bir koridor ve belge orada! Bir seviniyorum, eğilip alıyorum piçi, katlayıp cebime koyuyorum ve sırıtarak iniyorum aşağı. Hayat o an hiç olmadığı kadar süperdi, unutamıyorum. Annemin tümörleri küçüldü, devlete açtığımız davayı kazandık ama ikisinden de tokat yiyebiliriz her an, korkuyorum. Kaygıdan bir türlü kurtulamıyorum, hayatta kaygılanacak çok şey var. Kaygıdan, bakayım, çocukluktan beri kurtulamıyorum çünkü birilerini üzmekten ödüm kopuyor. Birileri üzüldüğünde benim yüzümden üzüldüyse çok kötü, benim yüzümden üzülmediyse daha da kötü çünkü ya benim yüzümdense, bunu ayırt edemiyorum çünkü yüzüm her türlü kötülüğe müsaitmiş gibi hissediyorum çocukluktan beri, suçluluk duyuyorum, suçluluk duygusunu bir türlü alt edemiyorum, suçluluğum yüzünden ipe çekilmek istiyorum çünkü daha fazla suçluluk hissetmek istemiyorum ama kimse beni ipe çekmiyor, kendimi ipe çekmek istiyorum ama bu kez de kendime karşı bu suçu(?) işlemek istemiyorum, böylece başa dönüyorum. Tuncer Erdem’in nesi varsa okuyacağım demiştim, okumaya devam ediyorum.
Cevap yaz