Dün ay dolundu, bugece -“bugün” diyoruz, geceyi niye güne katıyoruz, ayır- bulutlu, arkadaşımı toprağa verdim bugün. Kısacık yirmi dokuz metin, ayın o kadar hali, ayla birlikte devinen dünyanın maviye çalan koyu beyaz ışığında görünümü. Gizli kalmış hazinelerden bu, kötü metinlerin dikkat çekmemesini anlıyorum da iyi metinlerin, onu da anlıyorum, Ercan’ın metnine rastlamasam ayın dünkü halini, sabahın dördünde kalkıp yola koyulduğumu, Uşak’a giderken dolunaya baktığımı yarım hatırlayacaktım. “gece” zaten en baştan beri vardı, uzayın kuşatımı değil de uzaydı, mitten fırlamasaydı da ay bilirdi. Karşılaştılar, sabaha değin birlikte dönüp durdular. Ben onu bilmiyorum, Eşme’yi geçince köyler geliyor, arkadaşımı köy evinin salonuna koymuşlar, yüzünü son bir kez göreyim diye odaya girmeden önce annesinin ağıtlarıyla karşılaşacağımı, gecenin dolunaya küsüp küsmeyeceğini ne bileyim, yarısı gecenin kalbindeyken diğer yarısı mızrak gibi saplanmış, iki oluş birden. Kader tanrıçaları geceyle ayın kaçamak aşkını geri dönülmez kılmada söz birliği etmişler, ikisi ne zaman aynılaşsa -göremeyiz tepede, bulutlu havadan değil, ışığın vurmamasından- insanoğlunun karanlık kuytularında uyuttuğu yabani öz uyanır, döngüde tekrar sızıncaya kadar o ilk gecenin, boşluğa bakıp hiçe varmayı korku sayan bilincin deneyimlediği ilk karanlığı baştan anlar. Yüzünü açmadılar, tabutun başına oturdum, annesinin söylediklerini dinledim. Arkadaşım bir yere gitmemişti, bir şeye dönüşecekti ama ne olduğunu bilmiyordum, yabani öz önümdeydi. “yıldızlar” Samanyolu’nun, Çobanyıldızı’nın şahitliğinde: “güneş, yer ve ay yan yana uzanmışlardı. din adamlarıyla ölüme yakın yaşlılara göre, bu hiç de ‘hayra alamet‘ değildi. çünkü salyangozlar, istiridyeler, denizyıldızları, yosunlar ve mercanlar; bir de şiirleri mercan rengi kadınlarla erkekler sırf bu yüzden çıldırmışlardı.” (s. 13) Arkadaşım da lunatikti, okula ilk geldiğinde ters ters konuşmuş, dayak yemekle tehdit edilmiş, hiç umursamamıştı. “Ben bunu kalpten söylüyorum, döversen döv.” Yediği dayak da kalpten olacaktı. Yedi yıl önceydi, bugün dayak atacağını söyleyen arkadaşımın kenarda ağladığını gördüm, mezarlığın duvarına yaslanmıştı. Defnettiğimiz arkadaşım, nikahıma bir o gelmişti, hastalandıktan sonra ara sıra attığı mesajlarda halimi hatırımı sorardı. Ağrıya dayanamadığı, tümörün dürttüğü o günü hatırlıyorum. “ağaç”, gece ansızın inince şoförün dallardan göremediği ay ne kadar küçük, ağaç ne kadar büyüktü, yol boyunca bunu düşünmek: “yolcu, yoluna düştüğü şehre ulaştığında, gittiği evin insanlarına yalnızca, ay’ı, turuncu bir kâğıttan japon feneri gibi dalından dalına gezdirip, sonra gökyüzüne takan ağaçtan söz etti.” (s. 15) Ihlamur verdiler ona, yatağını hazırlamışlar, biraz uzanmadan önce ıhlamurunu içsin de rahatlasın. Ben haksızlıklarımı hatırlıyorum, taksiye bindirip hastaneye gönderme işini başka bir arkadaşıma devretmiştim, hastaneye gidesim yoktu çünkü. Dün o taksiye bindiren arkadaşım da tayin olduğu okuldan geldi, başsağlığı diledi. O günü hatırlayıp hatırlamadığını soramadım. “Hocam, nasılsınız?” dedi imam evin önünde, adımla seslendi, başsağlığı diledi. Ercan’ın metnine devam edesim yok, arkadaşımla çalıp söylediğimiz şarkıların videolarını izlesem ağlarım, ağlamak istemiyorum, bugün çok ağladım. Dallamalığım: içiyorduk, genç kadınlarla ilişki yaşamak için biraz, birazcık yaşlı olup olmadığını sordum çünkü âşık olduğum kıza yürüyordu usuldan, itirazını hatırlayınca çok ağladım. Başka bir arkadaşımla ziyaretine gelmek istediğimizi söyleyince daha iyi olacağını, o zaman gelmemizi söyledi, ne sorduk ne gittik, buna ağladım. Tabutun başında, Ankebût 57, ağladım. Camiye getirdiler, musalla taşına yatırdılar, öğle namazına biraz vardı, hava günlük güneşlikti, şişmesin diye gölgeye aldılar, ağladım. Ağladım: mezarlığa getirdiler, annesi yere çöktü, toprak atarken ağlayan yeğeninin gözlüğü mezara düştü, küreğe botumla bastırdım, üç kürek toprak attım. Kayalı Köyü’nün mezarlığında yatıyor arkadaşım, düşünüp ağladım. Gençti, deli zamanlarını biliyordum, hasta zamanlarını biliyorum, üç hafta önce fermuarını çekemediği için montunu ben giydirdim. Tabutunun başındayken, evde, annesi anlattı, son kez dışarı çıktıklarında Cerrahpaşa’nın orada bir lokantaya götürmüş arkadaşım annesiyle babasını, yürürken, bunu anlatmayacağım. “ev” aynı altında yılları aşmış evin pencereleri, çatısı, aşka şahit olan her parçanın yavaş yavaş yürüyen hüznü hissetmesi. Adamla kadın her yıl gelirler, çocuklarının gelip gelmeyeceklerini merak ederler, o sıra yaz geçer, sözcükler iyi gelmez, sonbaharda havalar serinledi mi giderler. Son kere sarı arabaya binip gittikleri zaman ev bilmez son olduğunu, sonraki yazı bekler, kimse gelmez. Kepenkler kırılır, camlar patlar, duvarlar çatlaklarından ayrılıp yıkılır, olması gereken budur. “ama hiçbiri olmadı. ev, dolunayın çekimiyle hava kabarcıkları gibi su yüzüne çıkan güzel anıların verdiği dayanma gücüyle dayandı. orada, öyle, sabaha kadar dikildi durdu.” (s. 19) Sesi duyulmaz ayın, ejder ayına kurban etmek için avlandığında kullandığı ses çağırır, bulur, sungusunu ele geçirir. “teni inci üreten kadınların, üretmeyenlere göre daha yalnız olmadıkları, ama nedense kendilerini hep daha yalnız hissettikleri söylenir. bu yüzden, bu sese hep onlar yakalanır ve onlar kaybolurlar.” (s. 21)
“rüzgâr” gecenin dolunayla birlikte indiğinde bozkırların ve tepelerin, fundalıklarla ormanların gövdesinde dolanan rüzgârın şiiri de duyuracağının anlatıldığı. Hiçbir rüzgâra benzemez o, samyeli veya lodos değil, yumuşak bir dokunuş, duyanın kendi kalp sesi. “şiir, işte bu sesi bütün boyutlarıyla duyuştur. kalbin, kalbini dinlemesi. bazen, başka bir kalbin kalbini, kendi kalbi sanıp dinlemesi.” (s. 22) Arkadaşımla, unuttuklarımı anlatarak yeniden hatırladığım, günleri sonsuz belleyip birlikte geçirdiğimiz zamanları hemen hiç önemsemediğim arkadaşım bana darılırdı, kızardı belki, sonra birlikte yemek yerdik. O son yemeği benim tavsiye ettiğim restorandan almış, beğenmemişti. Sıyırmış gibi dans ederdik, Eskici’de kafamız güzelken yaptıklarımızı hatırlamaktan utanır, hatırladıkça birbirimize anlatır, gülerdik. Dolunaylı bir gece Yeldeğirmeni’ndeydik, başka bir arkadaşımızın evinde iki bira daha içip dağılacaktık, bira rakıya döndüğünde dağılamayacağımızı anladık ama durmadık. Bir şey çaldım, söyledi, sonra polisler geldi, çok gürültü yapmışız, sustuk. Baran’a götürdü bir gün, yedirdi, içirdi, sonra yorgun argın gitti evine. Ben onu hiçbir yere götürmedim, birlikte gitmemizi teklif ettiği yürüyüşlere gitmedim çünkü evimden dışarı çıkmak istemiyordum, dışarıda dünya vardı. O dünyadan korkmazdı, aydan korkmazdı, ben korkardım. Kitapların o kadar da şey olmadığını söylerdi, karşı çıkardım. Mezarının iki ucuna dikilen tahtalara beyaz bir kumaş bağlandı, yeğeni toprağın üzerine su döktü. Başka bir arkadaşım su dökülürken iki adım öne çıktı, elindeki yarım litrelik su şişesini orada bulunanlara gösterdi. “Okuldaki masasından aldım, yarım kalan suyu.” Toprağa. Mezarlığın kapısına sıralanan akrabalarının elini sıktım, biri onca yolu geldiğimiz için teşekkür etti, hıçkırmaktan cevap veremedim. Arkadaşlarımı geride bıraktım, önden yürüdüm, kuytuda oturup ağladım. Arkadaşımın doğup büyüdüğü köy. Oradan İzmir’e, üniversiteye. Oradan İstanbul’a, müzik. Aile. Çocuk. Boşanma. Bir başına yaşam. Yardım istemezdi arkadaşım son zamanlarına kadar, zahmet vermekten çekinirdi. Bir şeye ihtiyacımın olup olmadığını sorardı, bir şeye ihtiyacının olup olmadığını sormadım. Geçtiğimiz cuma okul çıkışı hastaneye ziyaretine gidecektim, geceden kalmıştım, pazartesi gitmeyi düşünüp eve döndüm. Cumartesi entübe edildiğini söylediler. Pazar günü haberi geldi. Pazartesi okulun önüne getirdiler, öğrencileri yeşil aracın etrafına dizdik. Çok severlerdi arkadaşımı. “Arkadaş”. Ben onun arkadaşı olamadım, içimde derin bir oyuk kaldı. “Sevda Kuşun Kanadında”yı çok severdi.
Cevap yaz