Can’dan çıkan versiyonu daha hacimli, Günel’in iki öykü kitabını birleştirmişler, Yine Bir Gülnihal de var onda. Ben o versiyonu bu yazıya başladıktan bir süre sonra fark ettim, şöyle: kafamı biraz sola çevirince, aa, Karşı Yayınlar’dan çıkanını okudum ben, Can’dakinde ne var veya ne yok daha? Dedim de Yine Bir Gülnihal‘i okuyasım gelmedi çünkü aynı konseptte öykülerse ben bu akşam aşka ve öfkeye doydum, teşekkür ediyorum. 3 Temmuz’un ardından sıcağı sıcağına yazıldığından belki, Günel bu öykülerde biçimsel arayışı bırakıp sadece katliama odaklanarak estetiği depiklediği gibi karakterlerini de topuklarına sıkmak suretiyle sakatlamış, acı öykülerini sevdalarla yoğurarak onurlu, katliamsız yaşamın bol sevgi ve aşkta bulunacağını gözümüze sokmuştur. Tavır anlaşılabilir, okurun terazisi kabulle şaştıysa ikna edicidir öyküler, bunun dışında hayal kırıklığıdır çünkü ne Günel öyküleri vardır ki toplumsal hadiseleri kurgunun ögelerinden çıkarırız, misal bir karakterin duygu durumu bozukluğu travmatik bir olayın anıştırılmasıyla yerine oturur, ince müdahale zor fark edilir niteliktedir. Bu kitaptaki öykülerde cinsellik bol lirizmle dövülüp yangınlara serpilir ki alevler sönsün, facialar bir daha yaşanmasın. Kantarın topuzunun iyice kaçtığı bölümler var, Günel kitaba adını veren öyküde camilerin, minarelerin, peçelerin, çember sakallıların, Kuran kurslarının, politikacıların, korkakların falan filan ülkeyi göz göre göre yaktığını, sevgiyi yok ettiğini söylüyor, daha bombastiği de “Yollarda”daki tren yolculuğu sırasında karakterlerin söyledikleri. Kompartmanda çarşaflı bir kadın var, adam sevgilisini izlerken kadına da bakıyor, muhtemelen öfkeyle. Sevgilisi uyanıyor, adam o çarşaflıyı izlediğini söylüyor, kadın çarşafı çıkarıverip kadını herkesin ortasında çıplak bırakmak istediğini söylüyor? Adam sakin olmasını, onların herkesi çarşafa sokmak istediğini, onlara benzememek gerektiğini söylüyor? “Gülüyor kadın. ‘Git şu kadına istediğini yap. Seni hiçbir zaman hiçbir kadına göndermezdim ama buna izin veriyorum. İstediğini yap!..’” (s. 41) Oha? Çok ciddi. Bir şekilde makulce yedirildiğini düşünmeye yer yok. Bu çift yatakta insanlıktan, onurdan, adaletten, yeşilliklerde uçan kelebeklerden, boğulmadan çıkılan kapkara çukurlardan falan bahsedecekler sonra da alacağımızı aldık sanıyorum, ben bunları ciddiye alamadım sonradan. Adam aşkını ilan ediyor, hiçbir kadına dokunamayacağını söylüyor sevgilisinin teklifinden sonra, süper. Birlikte İstanbul’a gidiyorlar, kadını bir daha görüp göremeyeceğini bilmiyor adam, evine döndüğünde bunalımlardan bunalımlara koşuyor. “Ağlıyor adam. Yaşını, konumunu tümden unutuyor. Bir delikanlı. Birlikte keşfettikleri bir dağa şimdi tek başına tırmanıyor. Denize kadının elleriyle de taş fırlatıyor. ‘Yaşam upuzun bir yolculuktur.’ İşte yine yalnız kaldı. Yine düşlerle avutacak kendini, yine bir kurt köpeği bağlayacak kapısının önüne.” (s. 43) Iskalıyor arada Günel, kurt köpeğine bağlam yok. Yılmaz’ın sesini duydum bir de, İlkkan’ı kapıya bağlama tehdidi. İşte, yitirilen sevgililer, yangından kurtulanlar ve kurtulamayanlar, geçmişten gelen kırık sevdalar derken çiftlerin yatak muhabbetleri Ümit Yaşar Oğuzcan klavyeyi ele geçirmiş de yazmaya başlamışçasına aşk. Aşırı aşk. Böyle aşk, delikanlıca ve kadınca sevmek, rollerin köşelerine böyle bastıra bastıra, sayfayı yırtarcasına çizmek türünden aşk. Kadın geçmiş yüzünden üzünçlü, adam yeni bir aşk bulduğu için kıvançlı, keşke o geceler bitmese de insanlık kurtulsa, çıksak şu dağların başına da halay çeksek, öyle bir sevdalık, tarife gelmez bir his okyanusu. Canım çıktı okurken, gözlerime WD-40 sıkmama ramak kaldı. Kabaca iki bölüme ayırırsak öyküleri, ilk bölümdeki bu öyküler sirkelik, upuzun öykü formatındaki “Kanatır Kendini”yse, şaraplık diyesiyim de, yine su götürür.
Üç akıştan bahsedebiliriz, ilki yine yatak muhabbeti olduğu için geçiyorum. Hadi geçmeyip bir alıntıyla örnekleyeyim: “Kadının gülümseyişi de bir kırgınlığa, yorgunluğa, sıkıntıya dönüşüyor. Ve anlıyor adamın yalımlardan geçtiğini ve kendi yangınını karayobazların çıkardığı yangının külleriyle kapamaya çalıştığını.” (s. 54) Günel aslında bu dökümleri uzun tutmasa istediği şeyi başarırdı, öyle seziliyor. Bir falso da öykünün finalinde, adamımız geçmişine dalıp diğer akışlara kapıldıktan sonra seks eyleyecekler, tam dönemediği için adam haykırmaya başlıyor, gecenin köründe taşınmaya karar veren komşuların eşyaları itme çekme seslerinden korkup yobazların kapıya dayandığını düşünerek kendini kaybediyor, sevişemeden uyuyakalıyor. Kadın kırık, daha da kırık adamı nasıl tamir edeceğini bilmediği için o da uykuya dalıyor. Bu yatak faslını çıkarsak, iki akışı derleyip toparlayıp merkeze alsak iyi bir Günel öyküsü işte. Anlatıcı yazı çizi işleriyle uğraşıyor belli ki, askerî lojmanlarda kaldığına göre öykünün otobiyografik olduğunu düşünebiliriz zira Günel hava binbaşılıktan mı emekli, albaylıktan mı, öyle bir şey, hatta Gökhan Arslan’ın anlattığı bir hikâye var, çok iyi: Askerde kapı nöbeti galiba, Arslan o sıra Günel’in bir kitabını okuyor, kapıdan giren forslu araca bir bakıyor, Burhan Günel. Hemen imzalatıyor kitabı, Günel çok seviniyor bu rastlantıya falan, çok iyi. “Bu kesin yaşanmıştır” diye hiç düşünmedim çünkü yaşanmayacak gibi değil, mümkün. Neyse, anlatıcı bir gün sanat lokalinde takılırken aynı lojmanda kalan bir kadınla tanışıyor, ortamdan birlikte ayrılıyorlar ve kadının çok sevdiği bir TSM eserini dinliyorlar arabada, üç beş kez dinliyorlar, o sıra girmedikleri ara sokak kalmıyor. Büyülü bir an anlatıcı için, aynı derinlikte buluştuğu kadına karşı aşkını büyütmüyor da dizginliyor çünkü kadın evli, eşiyle birlikte mutlu bir yaşam sürdürdüklerini balkon sefalarından biliyor, güzel bir ânı paylaşmak yetiyor. Başka bir gece yine rast, muhabbet koyu, unutulmaz. Ani atlayış, bizimkiler üç otobüse doluşup Sivas’a, sempozyuma mı, seminere mi ne gidiyorlar, anlatıcı orada yaşlı bir şairin gençten bir romancıya anlattığı sadakatsizlik hikâyesini dinleyince sevginin düştüğü hale üzülüyor, kalbi yüce duygularla dolu olduğu için diyorum. Birlikte müzik dinlediği kadın da eşiyle birlikte gelmiş, oteldeki etkinliklere katılıyorlar, anlatıcı bir gün arkadaşlarıyla birlikte ormana gidip piknik yaparken ne acıların yaşandığını bilmiyorlar tabii. Öykünün en can alıcı, en başarılı kısmı burası işte, döndükleri zaman bakıyorlar ki sokaklar tutulmuş, otele yaklaşmak mümkün değil. Kalabalıkta meymenet yok, anlatıcıya hemen oradan uzaklaşmalarını söylüyorlar çünkü fark edilirlerse linç edilebilirler. Tanıdıklarının evine gidip olayları izlemeye başlıyorlar, dumanların yükselmeye başlamasıyla anlatıcı kendini kaybediyor, kadınla eşinin içeride olmasının yanında Metin, Behçet, tanıdığı yakınlarının kurtulup kurtulamadığını öğrenemiyor. Çiftin hastaneye kaldırıldığını sonra öğreniyor, öylesi yıkılıyor, mahvoluyor ki ziyarete gitmeye gücü yok. Kadından telefon geliyor, anca öyle. Affedilecek bir şey yok, kadın anlıyor, ölümden döndükten sonra her şeyi kabullenmiş. Eşiyle birlikte zar zor kurtulmuşlar, adam o cehennemden zar zor çıkarmış kadını, hayatlarını kurtardıktan sonra memleketin durumunu tartışabilecek kadar sakinler. Öyle görünüyorlar, gerçekten ne hissettiklerini görebilecek kadar yakınlaşamıyoruz karakterlere. Siyasilerin, yetkililerin açıklamaları alıntılanmış parça parça, anlatıcı her bir açıklamayla aklını daha bir yitiriyor, karanlığı dağıtamıyor. Katliamın ardından toplanan sanatçılara eşlik etse de ne fikir sunabiliyor ne de sunulanlara ilgi gösterebiliyor, yeni bir parti kurulacak olsa iş zor, mevcut partiler bir şekilde desteklense daha da zor, kısacası o olayın tekrar yaşanmaması için yapılacaklar var ama etki az. Karamsarlık. O tabloyu görüyoruz, anlatıcı kriz geçiriyor, öykü bitiyor. Diğer öykülerle birlikte değerlendirince, eh, karanlık zamanlarda hızla yazılmış öyküler, küller savrulmadan. Günel’in en zayıf öyküleri.
Cevap yaz