Metafiziğin her somutluğuna nüfuz ettiği ada onca hafıza kalıntılarının bir araya getirdiğinden çok daha fazlasıdır, anlatıcı bir zamanlar üç yıl yaşadığı bu adayı tekrar ziyaret etmek istediğinde anlam yığınlarından bir küme görür. Biçimlenmeye direnen karmaşa, rüyaları kendinden biçen dil, Avrupa’nın hiçbir değerini taşımayan, bu yüzden herhangi bir istilaya kendiliğinden direnen dağınıklık. Adayı anlatan birkaç kaynak varsa da rastlanmadıkça ortaya çıkmıyor, düzgün bir haritası yok adanın, Münih’te şans eseri ortaya çıkan kitapçık 19. yüzyılın sonlarında İngiliz bir kâşif tarafından yazılmış ve her yerinden kâğıtçıklar fırlıyor. Kitap örnek alınarak yazılmış, belki onun ceplerinden birinden fırlamıştır da müstakil bir metin olarak sahafa düşmüştür, belki anlatıcının hikâyesi de o ceplerden birinde yer alan anlatı parçalarından biridir, kim bilir, eklektik yapının sonsuzluğunda her şey her şeye dönüşebilir.
Taramalar adanın yükseltisini, iniltisini(?) ortaya koymakta, iki kasabanın sınırlarını göstermektedir. Taramalar içinde kasaba: dikey Venedik. Irmağın suları bu bölgeden geçince akarsuya dönüşüyor, geçmeden ne oluyor, evlerin duvarlarını oluşturuyor. Felisberto Hernández’in Ortancalar‘ındaki sudan ev, tuhaf kurgu burada kendine bir ada bulmuş, kasabaya dönüşmüştür, adalılar doğal duvarlarının sesiyle yaşarken gürültülere, hıza, ani hareketlere tahammül edemezler. Teknolojiden hiç anlamazlar, adaya yanaşan ticaret ve seyahat gemileri yük indirir, yükünü kaldırır ve uzaklaşır. Adalılar evlerinden de çıkarabildikleri kıymetli ve yarı kıymetli taşları satarak geçinirler. “Adada para diye bir şey yok, ki bu durum da 1960’lı yıllarda solcu bir Fransız yazarı, ada toplumunu geleceğin özverili kardeşliğine dair bir ilk model olarak tanımladığı bir makale yazmaya itmişti. Bu tezin merkezindeki yanlışlık gülünmeyecek gibi değil: Adalıların insanseverlik ve insaniyete karşı en ufak bir ilgileri olmadığı gibi dillerinde bu kavramları ifade edecek kelimeler de bulunmuyor.” (s. 17) Zamanın bölünmüşlüğünü dillerinde taşımayan yerliler, Jay Winter’ın söylediğine göre dilinde öldürmeye dair hiçbir sözcüğün yer almadığı Yahudi kavmi bizim anlayabileceğimiz en yakın örnekler olarak duruyor ki bu sözcük eksikliği sosyal ilişkilerin, somut iletişimin var olmadığını göstermez. Adanın insanı durgundur, zayıf enerjiyi monotonca öğütür sanki. İsimleri bile değişkendir, sabit isimlerden nefret ederler, ömürleri boyunca sayısız isim gelip geçer bedenlerinden. Uyum sağlanır hemen, yeni isim yeni bir kişilik getirir ama nüfus da öyle pek yoğun olmadığı için kimin neye dönüştüğü herkesçe bilinir. “Bu özellikleri bana dayatan taşıdığım isim miydi yoksa zaten içimde bir yerlerde varlardı da yeni bir isim tarafından keşfedilmeyi ve yüzeye çıkarılmayı mı bekliyorlardı?” (s. 19) Pop dinlediğimiz için mi mutsuzuz yoksa mutsuz olduğumuz için mi pop dinliyoruz, High Fidelity. Müzik adadaki bütün seslerin toplamıdır, kulaklar filtrelemeye alışkın mıdır bilmem ama anlatıcı uğultuların ve ışıkların içinde birçok felsefi düşünceyi taşıyan bir senfoniyi dinler gibidir. Adalılar herhangi bir uyuşturucu madde kullanmazlar, dumanını çektikleri bitkinin uyarıcılığı tartışılır çünkü kendileri de o duman gibi devinirler, aslında özlerine döndüklerini düşünürler dumanı soluyarak. Duman da aynı şeyi düşünür muhtemelen, düşünmeyen bir madde yoktur. Adada cinayet ve hırsızlık da yoktur çünkü ihtiyaç yoktur bunlara, taşlar yeterlidir. Tek tük fabrikanın, ağaçların, yüzey teşkil edecek her nesnenin üzerinde mutlaka nem izleri oluşur, bu nem izleri bir nevi metindir çünkü adalıların dili de sürekli değişen harflerden, nihayetinde lekelerden oluşur. Nedir, adalılar kendi zamansallıklarında yaşarlar ve belli başlı anlamların dışında keşfedecek, derinleşecek başka bir zihinsel buluşta bulunmazlar. Kevin K. Birth’ün Zaman Körlüğü nam metninde verdiği örnek aslında bu adanın insanlarına doğrudan hitap eder, yazara göre Trinidad’da her zaman Trinidad zamanıdır, geç veya er yoktur, zaman herkesçe aynı biçimde algılanmaz ki bu durum dünyanın saatlerinin eşitlenmesiyle kaybolan farklı zaman biçimlerinin değerini ortaya çıkarır. Kapitalizm akreple yelkovanı kafamıza çaktıktan sonra aynı kesitlere hapsolduk, biyolojik saatimiz bile sermayenin eliyle yeniden kuruldu, oysa öznel, biricik zamanlar varlığını sürdürüyor. Giderek güçsüzleşerek.
“Adada şeyler ve görüntüleri ile görüntüler ve şeyleri arasındaki diyalog, şeylerle isimler arasındakine benzerdi.” (s. 25) Başkan seçimi de bulanığın bir parçası, “seçim”den ne kadar bahsedilebilirse. Kişi başkanlık binasına gider ve başkan olur, kokuların saati söylediği gibi başkan da herkesin başkan olabileceğini söyler, herkesin başkanlığı kadar başkanlık yapıp bir süre sonra binadan çıkar ve doğal yaşamına geri döner, başkanlığın da doğal yaşamın bir parçası olduğunu düşünürsek aslında hiç seçilmemiştir, başkanlık diye bir şey yoktur hatta, sistematik düşünceye ilgisizliklerini düşününce adalıların herhangi bir şeye baş veya son ekleme gibi bir dertleri hiç yoktur. Ajvaz’ın metnin ortalarından itibaren ele aldığı Kitap‘ta da aynı yapı mevcut, bana kalsa anlatıcının yer verdiği yan hikâyeler cebin içindeki cep gibi görülebilir. Harflerin ve lekelerin anlam dünyasını oluşturmaları karakterlerin algıladıkları dünyayı bir tür metin olarak görmelerine yol açar misal, duvarlara çakılmış tahtalardan binaların şekillerine dek her şeyi harf olarak görülebileceği gibi adalıların kullandığı alfabenin akışkanlığı Avrupa’nın somut, katı dünyasında zuhur eder, evine giren hırsızı kovalayan karakter reklam amacıyla konmuş koca harflerin üzerinde koşarken tutunduğu çıkıntıları eğip büker, hırsız da kafasını kırmasına ramak kala zar zor tutunarak harfleri değiştirir, kurtuluşunu yeni bir sözcük yaratarak kutlar. İkisi de “sans”ı bulana teşekkür ederek çağlar öncesine seslenirler çünkü gotik harflerden günümüze kendi seyrini izleyen biçim sadece metinler vasıtasıyla kurtarmamıştır hayatları, hikâyeden sonsuza kadar çıkacak iki kardeşimizin gelecekte yeni lekelerle karşılaşıp onları yaşamlarına dahil edecekleri anlam olasılıklarına da yol açmıştır. Süper. Ajvaz adayı anlattığı bölümlerde Hinton’ın Bilimsel Öyküler‘indeki sesi yakalamış, zor bir denklemin çözülüş aşamalarını ele alırcasına adım adım anlatmıştır o dünyayı, Kitap‘taki metinlerdeyse masalın, öykünün, romanın, türlü türlü türlerin anlatım tekniklerinden faydalanırsa da genellikle masalın sınırları içinde kalır. Kitap metindeki en Borges ögedir sanıyorum, ceplerin, çıkıntıların, girintilerin haddi hesabı olmadığı gibi biçimsel formun gelip dayanacağı genişlik sınırını da sallamaz, öyle ki yırtılıp atılan bölümler o kadar çoğalır ki ön ve arka kapaktan başka hiçbir şey kalmaz geriye, yine de hikâyeler okurların zihninde çoktan yer ettiği için tokuşur, çoğalır, okurlar metinlere istedikleri gibi müdahale edip anlatılanları uzatırlar, kısaltırlar. Başlangıç veya son yoktur, anlatı vardır, işgalcilerin etkisiyle yayılan Avrupa edebiyatının izlerini bu anlatılarda bulmak mümkünse de Kitap‘ın Avrupa’ya etkisinden daha çok bahsedilebilir herhalde, anlatıcı bir ara Kitap‘ta okuduğu bir metnin tiyatroya uyarlandığını görür, oyunu izlerken adada geçirdiği zamanları hatırlar, kokuların hücumuyla sersemler, bir anda geri döner o zamansallığa.
Yani sağlam metinlerle altı ayda bir karşılaşıyorsam aşırı sağlam olanlarıyla senede bir karşılaşsam, eh, Ajvaz’ın kurduğu dünya istatistiklere göre bir sene boyunca aklımdan çıkmayacak demektir. On numara çeviriyi, hayal gücünün muhteşemliğini bir kenara bırakıyorum, adalı olmanın nasıl bir şey olacağını düşünmeye kafam basmıyor, huzursuz oluyorum. “Bana öyle geliyor ki tam da durulacak bir nokta burası. Tuhaf denizlerdeki bu isimsiz ada, kendine veda eden bir insanın uykusuz gecelerini hak ediyor şüphesiz, adadaki yaşamın motifleri üzerine kendi yorumlarının şarkısını söylediği bir kitap yazmasını da elbette. Fakat hak ettiği başka bir şey varsa o da üzerine çok uzun düşünülmemesi, vakti geldiğinde unutulmanın kollarına bırakılması, topraklarında doğan görüntülerin enkazlara saçılması ve hakkındaki düşüncelerin, yeni düşünceler ve yeni yolculuklar eşliğinde anonim bir müziğe dönüşmesidir.” (s. 388)
Cevap yaz