Monster üçlü -dörtlü?- perspektifiyle iyi bir kurguya sahip: karakterler yaşadıklarını kendince yorumlar, diğer karakterler bağlantılı karakterlerin yaşadıklarını kendince yorumlar, seyirci diğer karakterlerin yaşadıklarını kendince yorumlarken karakterlerin yaşadıklarını diğer karakterlerin yorumladığınca veya kendince yorumlar. Boşluk doldurmaca: suluktan çıkan toprak parçaları karakterin iddia ettiği gibi bir deneyden artakalan değildir, filmin tey ötesinde gördüğümüz üzere inanç gereği kedi yakma eyleminin sonlandırılması sırasında girmiştir suluğa, tabii karakterin diğer karakterle yakınlaşması bir deney olarak görülebilir, mümkün. Spoiler vermemek için geveliyorum, kısacası X’in baktığı noktada geçen zamanı bir de Y’nin gözünden görürüz ama Z’nin daha da öteye uzanması bakış açılarının aynı süre boyunca ilerlemediğini gösterir, bir karakterin deneyimlediği zaman öncekinin deneyimlediğinden daha uzundur, finalde bu yüzden rahatlarız çünkü sezdirilen facia yerine güneşli günlere çıkarız, çayır çimen boldur Japon ellerinde, çocuklarımız neş’eyle koştururlar ve mutsuz yarınların kucağına tekerlenirler. Birbirimiz Olmadan‘a yol var buradan, Walser o fırtına üslubuyla hikâyenin bir köşesinden giriyor, denk geldiğini alıp götürüyor yanında, diğer köşeden çıkarken aileyi darmaduman halde bırakıyor. Filmin yapısıyla romanın yapısı bazı temel sabitler ve anlatıcı türü dışında hemen hemen aynı, örneğin Ellen ve eşi Sylvio arasındaki mesafe karakterden karaktere geçtikçe farklılaşmaz, çocukların arasındaki ilişkinin türü değişmez, ayrıca anlatıcı tepeden bakarken serbest dolayımla yaklaşır karakterlere, her bakış açısı yaşananlara yeni bir derinlik kazandırır, flu bırakılmış noktalar sonradan netleşir. Tersi de olası, bir karakterin olaylar karşısındaki netliğini diğerinin hilafıyla, yorumuyla bulandırmak iyidir, Walser pek başvurmamış buna. Birbirlerini tamamlıyorlar, eksiltmiyorlar, biri olmasa diğerinin gediğinden yel girer, olanı da götürür.
Ellen’la açılıyor hikâye, dergide patlayan kriz skandala yol açmasın diye yüz sekiz satır yazılacak, ortaya attığı önerinin sonucunda ihale üzerine kalınca Ellen koşturarak sessiz bir yer aramaya başlıyor. Margot özür diliyor, kocasıyla birlikte yolculuğa çıkacağı için erken ayrılıyor işyerinden, aklı Ellen’da kalacak. Kocası bekler ama dergi daha da bekler, DAS‘ın sonraki sayısı çıkacaksa Ellen’ın kalıp o satırları yazması sayesinde, herkes ona minnettar kalacak, kocası, çalışanlar, hatta Ernest bile. Fırtına anlatı iki sayfaya beş isim, on mekan yığdı, kimin neci olduğunu bilgi kırıntıları sayesinde anlayacağız ama daha var. Yavru Ceylan‘ı da fırtınasından sevdim, Magda Szabó, öyle usul usul açılanlara değil de bilinmeyene çarpa çarpa genişleyen metinlere alkış olsun. Ernest kim mesela, yolu yarılamış olması lazım ama Ellen telefon ediyor yine de, geç geleceğini söyleyecek, telefonu bir kadın açınca büyük dert. “Demek bu kadın artık onunla oturuyor. O yüzden bugün Ellen’da buluşmalarını ısrarla istedi. Neymiş efendim, neredeyse dört yıldan sonra Ellen’ın çocuklarıyla tanışmak herhalde hakkıymış. Kocası kalsın. O zaten hiç ortalıkta görünmezdi ki. Ama Sylvi ve Alf… Ellen yıllardır Sylvi ve Alf’ten söz edip dururdu. Bu yıllar boyunca birçok şey Sylvi ve Alf yüzünden geri planda kalmıştı.” (s. 9) Ayamayabiliriz, Ernest soru işareti olarak bir müddet daha kalabilir istersek, kocanın ortalıklarda olmamasından çıkaracağımız anlam bekleyebilir. Dergideki soruna dönelim, başka bir şey çağrışırsa oraya atlarız, mesela çocuklardan birinin dergiyle ilgili düşünceleri üzerinden Ellen’ın anneliğine veya Yahudi düşmanlığına zıplayabiliriz, anlatıcının götürdüğü yeri tam gözlemleyemeden başka bir manzarayla karşılaşacağız ama aynı noktalara defalarca döneceğimiz için mikro anlamsızlıklar can sıkıcı değil. Prens nam kişi derginin sahibi, sıfırdan gelip yayın dünyasında sağlam bir yer edindiği için itibarına çok dikkat ediyor, König’in dergiye yolladığı “Bugsy” çok iyi bir makale olsa da Hollywood’un da ucundan fişteklediği “Yahudisel suç çıngarlığı” olarak yorumlanabilecek bölümlerine karşın bir yazı, bir şey gerektiğini söylüyor. Şimdi bu fırtınadan ağırbaşlılıkla, ipin ucunu kaçırmadan kurtulmak mümkün olmadığı için Walser’in yaptığını yapacağım: Derginin eleştirmeni, düzeltmeni, çok şeyinden sorumlu adamı Koltzsch, cüce, kambur, ucube, yazım hatalarını yayınevlerine mektupla bildiren, okumadığı hiçbir şey kalmayan adam Ellen’ı takip edip malum yazıyı yazar ve adının yazıya konmamasını ister, o sadece düzeltir, Ellen ailesini düzeltmeye çalışırken bulur kendini o sıra, Sylvi’yi arayıp rüzgâr sörfü yarışlarına çalışıp çalışmadığını öğrenmeli, Ernest’i sormalı, diğer yanda adamın soykırımla ilgili söylediklerini ders bellemeli: Evet, Almanlar suçlu. Hayır, Almanlar suçlu olduklarını bilemeyecek kadar aptal. Çok az evde açık açık konuşulur bu, haliyle derginin kör göze soktuğu parmak başlarına iş açacak. Kambur hemen halleder yazıyı, karşılığında Ellen’ı masaya yatırır, kukurikusunu çıkarır, uzun ve güzel bacaklı kadını becerirken adama acır Ellen, ne zamandır beklediğini merak eder, diğer yanda Ernest’in eve gelip gelmediğine takmıştır, dertlenir, iş bittikten sonra hemen eve gidebileceğini düşünüp rahatlar çünkü Koltzsch yazıyı yazmıştır çoktan. Sylvio olanları bilse yeni romanına bunu da koyardı, eşiyle sevgilisinin ilişkilerini anlatırken bütün ailesini katmıştır romana, kızıyla kurduğu yakınlık kurban psikolojisinden türemez çünkü kabullenmişlerdir, Ellen’ın sevgilisiyle ilişkisi aileyi yıllardır bir arada tutan katalizör işlevi görür, iyidir, Sylvio’ya bir roman daha yazdırdığı için iyidir en başta, hani Ernest veya Ellen okumuş olsa çıkacak sorun baş ağrıtacaktı ama ucuz romandır onun yazdığı, Sylvi’nin okuldan arkadaşları kıza babasının neden ucuz romanlar yazdığını sorarlar, Prens kötü kitaplardan bahsederken aklına ilk olarak Sylvio’nun kitapları gelir, oysa adam sadece yaşadıklarından yola çıkarak yazar, otobiyografik kurmacanın gerçekle kesiştiği noktalardan hareketle yeni romanlarını tasarlar, nihayetinde romana son noktayı bu şekilde koyacak, yazdığı sayfadaki bütün sözcükleri silmeden önce ikisini ayıracaktır zira o ikisi daha önce yan yana gelmemiş, diğer sözcüklerden daha çok parlamıştır: “birbirimiz olmadan”. Ernest gerçekten de eve gelmiştir bu arada, Sylvio’yla karşılaşır ve aralarındaki garip etkileşim hemen sonlanır çünkü gözlemci rolüne girmek ister Sylvio, eşinin sevgilisiyle pek konuşmadan çıkar ortamdan. Alf tekerlekli sandalyesinde somurtarak oturur, buzdan gözleriyle olup biteni izler ama izlemez, kendi dünyasında debelenir, asıl olay Sylvi’yle Ernest arasında geçer. Esiyor, yarışmaya az kalmış, sörf kıyafetini giyen genç Sylvi göl kenarına giderek antrenman yapacağı sırada Ernest’le istemeden konuşmaya başlar. Annesi gelene kadar bekleyecek ama Ernest asıl kızla konuşmak istiyor, kızla yürümek istiyor, kızla sörf yapmak istiyor ve kızı becermek istiyor. Altmışlarında, kır saçlı bir adam Ernest, tamamen salmamışsa da vücudu yerçekimine dayanamamış, göğüsler sarkık, kılları bembeyaz, yine de bir çekiciliği var, Koltzsch ne yapıyorsa aynını yapıp Sylvi’yle birlikte oluyor çünkü uzun zamandır âşık, annesinden kopsalar da uzaklarda bir yerlere gitseler, orada yaşamaya başlasalar, sörften canlı çıkarsa. Birlikte açılırlar, Ernest tepetaklak olur ve gölde kaybolur, Sylvi hemen geri dönerek yardım çağırır. Sylvio kızının o kart zamparayla birlikte olduğunu anlar, nihayet eve gelen Ellen da anlar, ne güzeldir ki aile trajedileri tükenecek gibi değildir, Sylvio’nun gözleri parlar ve kâğıdı çeker önüne, yeni metnine başlar.
İkinci Dünya Savaşı’ndan edebiyat çevrelerine, oradan aileyi bir arada tutan bağlara, kabullenmeye, cinselliğe, nereden nereye. Yol yok, belli belirsiz patikalar üzerinden kurulan bir anlatı. Hoş.
Cevap yaz