İki koldan denemeler, ilki kolları birleştirdiği için mühim. Epigraftan sonra: “Yazar, okurun zekâsına okurdan daha fazla güvenen kişidir.” On numara. “Önsöz: İki Hayat”ta birinin diğerini sürdürmek için sağladığı güç var, edebiyatın gücü. Tulgar’ın yaşamından kesitlere bakalım, Çerkezköy 3. Zırhlı Tugay, ceza niyetine şınavlar çekilirken Camus’nün Veba‘sı düşüyor yere, şaklayan bir tokat, komutanın azarı. “Albert Camus tuttu beni o an sendelememem için. Minnet duyuyorum ona beni düşürmediği için. Beni düşürmedi zaten bir hayatım diğer hayatıma toptan. Düşsem iflahım kesilir, ölürdüm.” (s. 13) İdarenin kırmızı damgası, cezaevi yılları, kitapların bir kısmını bırakıyorlar da bazılarına el koyuyorlar, tahliye sırasında teslim edilmek üzere. Sakıncalı bulunan kitaplardan oluşan kütüphane, hani kaybolmadıysa. Yönetmeliği vardır da kim okuyacak da belirleyecek, Habermas’ın adını sevmeyen atar kenara, yıllar sonra kavuşursa Tulgar iyi. Plazalarda yalan ve manipülasyon, devlet kurumlarında baskı, yaşanacak yer yokken kitaplar vatan oluyor. Burada edebiyatın yoluna sapalım, ulu ülkemiz sonra. Türk Alman Kitabevi özellikle 70’lerin başında Tulgar için dünya turu, ders kitaplarıyla başlayan alışveriş kırk iki yıl devam etmiş, dükkânı açan Franz Mühlbauer çok az öğrencinin düzenli okuduğunu bilerek öğrencilere itinayla yaklaştığından. Sirk çalışanı olarak geldiği İstanbul’da kalmış Mühlbauer, yaşlı bir kitapçı kadının yanında işe giriyor, kadın yaşlanınca gazeteye verdiği ilandan Marlene’i iyi ki buluyor. Franz’la evliliklerinden üç çocuk, ikisi babalarının ölümünden sonra İstanbul’a gelip sürdürecekler işi 1991’den sonra. Habermas’ı, Benjamin’i oradan ediniyor Tulgar, askerdeyken izne çıktığında oraya gidiyor, cezaevindeyken annesi iki haftada bir oradan aldığı kitapları getiriyor. Raflardaki Thomas Mann ve Thomas Bernhard kitaplarından birer tane de Tulgar’ın evinde var, olduğu gibi kopyalamış dükkânı, hoş. Tiyatro kıyası: bizde devlet ve tiyatro iç içe, seyirci dışarıda bir yerde, hani ödenek kesilse kimse tepkisini göstermeyecek, oysa Almanca dil bölgesinin tiyatrolarında seyirci o kadar ilgili ki Viyana’daki Burgtheater’in yöneticilerinin seçimi kamuoyunda cumhurbaşkanı seçimi kadar önemli. Tiyatro binada değil, sokakta toplumca oynanıyor bizde, oradaysa sahneye ait. “Megalomanik tiyatro” bizimki. İki ev: her gün Türkçe ve Almanca okumalı, konuşmalı, Tulgar aynı özeni gösteriyor. İstanbul’daki evini öyle dekore etmiş, iki dilli, Kreuzberg’den bir fotoğraf, Goethe ve Mozart anısına defterler, resimler, raflardan birkaçı Mann ailesinin, kitaplara dayanan kartlardan birinde Almanya haritası, diğerinde Honecker’le Brejnev öpüşüyorlar, iki rafta Bernhard kitapları, Kant büstü, Bruce Springsteen biletleri var bir yerde, Almanya bayrağı, yatak odasında bir Wagner bebeği, Frankfurt’un yerel saatine ayarlı bir saat, karışık. Alman kültürüne kayıyor mevzu, 1972 Münih Olimpiyatları’ndan kısa süre önce alınan televizyon mahalleliyi eve topluyor tabii, açılış törenini hep beraber izlerlerken Fındıklı’yla Gümüşsuyu arasındaki havayı da alıyoruz, ekranlı: “Yayın süresince regülatörünü dinlendirmek için birkaç kez birkaç dakikalığına kapattığımız televizyonumuz, üzerine pembe toz kılıfı geçirilmiş öyle sessiz dururken de dönüp dönüp baktığımız, bizi sevindiren bir şeydi. Gece yarısına doğru yayın bittiğinde çalınan İstiklal Marşı’nı ağabeyim ve ben ayakta dinler, öyle yatardık.” (s. 81) Ne renkliymiş oralar, mahallenin gençleri toplanır, piyasa yapıp şarkılar söylerlermiş, ellerde gitarlar. Avusturya Lisesi hava güzelse yürüme mesafesinde, Beyoğlu şurası, kozmopolit ortam, Tulgar’ın Türkiye’yle ilk karşılaşması pek hoş olmamıştır. Neyse, romancıya atlıyor bir sonraki deneme, romancı başkalarının hayatları için kaygılanır mı bilmem ama kendi karakterinin hayatı için, yine kaygılanmayabilir, hani karakterlerini öldürünce ağlayan yazarları biliyoruz, potansiyel okur sayısı azaldığı için insanların ölümlerine üzülen yazar da vardır belki. Tulgar’a göre var, kitapların ölümü daha hüzünlüyse de insanlar için ya onlar, insanlar hep önde, ne yapılıyorsa onlar için gözetilerek. Kendi okurluğuna da değiniyor yazar, özellikle Mann tayfası üzerinden bir zevk çizgisi çekiyor yazarları birbirine bağlayan. Uzun malumat, Thomas Mann’ından Klaus Mann’ına, intiharlardan homoseksüelliğe, yazma tutkusundan yaşam kaçkınlığına seyir. Ardından Bernhard geliyor, Türkiye’deki en tutkulu Bernhard okuru Tulgar olabilir, en tutkulu okur olmak ne demek bilmiyorum ama görülenden öyle bir anlam çıkıyor. “Ben Bernhard okumayı öyle severim, öyle severim ki, ‘belki de’ diyeceğim, ‘ona olan sevgimden onun en sevdiği yapıtını ben de en çok seviyorum.’” (s. 101) Anlatıda intihar eden aileyi Kahramanmaraş’taki aileyle denkliyor Tulgar, hani böyle şeyler gerçek hayatta da oluyor diye, 2011’de annelerinin ölümünden sonra kendilerini asarak intihar eden dört kardeş umutsuzluk. “Anavatan etkisi” bir nefret kaynağı olarak mevcut, Avusturya’yı yerin dibine soktukça sokan Bernhard’ın ne hissettiğini biliyor Tulgar, buradan da bir özdeşleşme. Ödül alma gerekçeleri var, muhtemelen Ödüllerim yeni çıkmış ortaya, insan kaçkını bir yazarın insanların içine çıkma sebebi paradan başka bir şey değil. Bernhard kendi evini satın alana kadar zor şartlarda yazıyor, aldığı ilk ödülün parasıyla kırsalda bir mesken alıyor da rahatlıyor, sonraki evlerini de ödüllerden ve satışlardan aldığı parayla yine kırsaldan alacak, sanki çepeçevre kuşatmak istiyor yaşadığı yeri de başka biri girmesin istiyor. Röportajlarında da söylediği buydu, kapısına gelen gazeteciyi kovmadığı kalır ama ısrar hoşuna da gitmiş gibi görünüyor, nihayet röportaj teklifini kabul eder ve o nadir kayıtlardan biri çıkar ortaya. Bernhard belgeseli YouTube’da vardı, dileyen bakabilir. Robert Musil’e de saygı duruşu var bir denemede, hayranlık nedeni bu kez “kendi açtığı yazınsal uçurumda, derinliğinden kendi yazınsal hayatının ve Avrupa edebiyatının bir başyapıtının bölüntülerinin yankılandığı bir uçurumsal romanda hep daha derine inmek”, Niteliksiz Adam‘ın niteliği. Törless’in bunalımı iyi para, şan getirmiştir de malum metinden memnun değildir yayınevi, hani biraz daha önceki gibi bir şeyler, yok, Musil bildiğini okuyacak, maddi açıdan çok zor duruma düşecek ve okurlarıyla arkadaşlarından gelen yardımlar olmasa metni tamamlayamayacak. Dedim, Joe Strummer’ın işçi sınıfıyla temasının kopmadığını gösteren son albümü de andıktan sonra siyasi meselelere geçeyim diye düşündüm, ayakkabıları olmayan çocukların, Zonguldak’ta göçük altında kalan işçilerin, Kürtlerin uğradığı eziyetlerin arasında pek de bir şeyin değişmediğini gördüm, Tulgar yerin 300 metre altına inerek işçilerin durumunu incelerken düşünüyor, aylar sonra hâlâ göçükten çıkarılıyor işçiler, çıkarılamıyor, arkadaşları çalışmaya devam ediyor o sıra, böyle bir işkence yöntemi nadirdir. Çocukların ayakkabıları, yine yok, artık daha da yok, korkunç bir yoklukla cebelleşme. Emek Sineması gündemdeymiş o sıralar, ne garip. Eylemler yapıldı, şunlar bunlar derken zaman geçti, 1970’lerde gösterime koyduğu filmlerle kalburüstü insanları toplamaya başlayan sinemanın adı kaldı. Erdal Yıldız’ı çok tutmuş Tulgar, Tunceli’den kopup oyunculuk eğitiminin peşinde nerelere giden Yıldız bir yerden iftihar, mutluluk kaynağı olmuş. Bir yandan alınanı diğer yandan verilenle dengelemeye çalışmaca, Tulgar çok beğeniyor Yıldız’ın oyunculuğunu, iki denemesine konu ediyor. Antonioni ve Bertolucci üzerine bir deneme, Yıldız Tilbe’nin popu anti-pop darbesiyle sarsması, belki Sezen Aksu’ya tepki, Bergen’in peri masalına dönebilecekken kabusa dönen hayatı, gidiyor öyle. Tulgar eziyete uğramışların, ötekilerin, dışlanmışların veya bilinmeyenlerin destekçisi, alternatif olanı bulmakta mahir, iyi bir denemeci. Denk gelen alıp okumalı.
Cevap yaz