Kentten beldeye giderken periler diyarına gireceğimi sanmadım, konsantre bir kentle karşılaşacağımı düşündüm, orada iki yıl yaşadıktan sonra kani oldum ki kasaba, belde, bucak, her neyse, daha “görünür” bir mekandan başka bir şey değil. Yabancılaşmak kaçarsız gibi görünse de kaçarlı, ağız farkı kulak alışana kadar, oraya has dinamiğin yarattığı şok geçici, yani üç haftada kusursuz bir köylü olabilir, fındık toplarken akşama bazlama gömme hayalleri kurabilirsiniz. Aşinalık arttıkça insanlar, sokaklar, varsa tezek kokusu yıllara karışır çünkü her şey kenttekinden daha yoğundur orada, mantık daha katıdır, determinizm yasa haline gelmez de işleyişi, devinimi anlamlandırır diyeyim. Uçurum değil, bir boşluk var arada, hemen dolmaya meyilli ama gidene göre biçimleniyor, yavaşlığa uyum sağlamak istemeyenin zamanı hız yitirmediği müddetçe boşa döndürüyor çarkı. Dış hızla iç hız. İkisini denk getirebilen yaşadığını hissediyor. Ben ikinci yılda tutturabildim, ilkinde iç zamansallığımı yavaşlatmak istemedim çünkü bir şeylerin olmasını bekliyordum ve olması muhtemel şeyler istical etmemi bekliyordu efendim, öyle uyum muyum canıma okurdu. Canıma başka türlü okundu da buraya bağlayacağım şey yabanlık olacak, yerelleştirmeyle bezenen kasaba, dili de eğen bir uz düşünce. Kuir teoride rastladığım bir şey, Atakan Yavuz bahsetmiş olabilir, kavramın sınırları aslında çok daha geniş olduğundan kapsamlı bir kırma eylemini içerir kuir, cinsiyet alt kümesinin dışını (da), genel herhangi bir baskıyı, cendereyi dille zayıflatır, biçimle büker, başka bir şeyle cortlatır, özgü(r)lüğü böyle bulur. Şehrin uzağı da şehri mi kırmak ister diye düşünüyorum, şehrin alışılmış dilinden başkasını bulma çabası duruma göre epiğe de varır, liriğin geniş duygulanım alanından pırtlayan çağrışımları da bolartır şöyle bir, şehirlinin dahi şehre muamelesi böyle olabilir. Aslında şehrin zamansallığına da bir tepki, kısaca bir başkalığın tezahürü. Ama: denklik sağlandığında ne olacak, Anderson’ın dönemini düşünürsek bir kasabayı şehrin diliyle anlatmak ne? Kıt bilgimle 1910’lardaki haber dilini de düşününce bir kasabanın olağanlığı Anderson’ın anlattığıdır sanıyorum, yaşamın sürgit hali ve insanların kasabalılığı esastır burada, başka yerden dikiz veya başka yere meyil yoktur. Vardır da bu olağanlığın içindedir olan da, kasabayı bırakıp gitmek isteyen, şansını şehirde denemeye kalkan kimse yabancılaşmamış, ayrışmamıştır, o kadar aynıdır ki kasabanın bir sokağını, bir parçasını da yanında götürmektedir sanki. Gerçekliğini, öznelliğini geride bırakmak istercesine gider, döndüğü pek görülmemiştir, kaldığı müddetçe “Grotesklerin Kitabı”nda anlatıldığı üzere tuhaflaşır, kendinin karikatürüne dönüşür, kirişi kırdığı gibi aslına kavuşur mu bilemeyiz ama akıl yürütebiliriz, herkesin birbirini tanıdığı bir yerde tanınma şeklinden başka türlü tanınmamak kapalı devre bir ölüme varıyorsa dışarıya çıkmak kurgudan da çıkmak anlamına geliyor, bu yüzden sadece Winesburg’da kalanlara dair hikâyeleri anlatıyor George Willard, daha doğrusu yaşlı yazar. İkisi aynı kişiyse. “Grotesklerin Kitabı” bir meta-öykü olarak değerlendirildiğinde aynı kişi. Yazar bir anda öleceği fikrine kapıldığı günlerden birinde “rüya olmayan bir rüya” görüyor: önünden geçen sayısız grotesk, tören alayı. Uyandığı zaman bir saatte yazıyor kitabını, hiçbir şeyi unutmamak için hemen kayda geçiriyor ama yayımlatmıyor yazar, onca groteskin kendiyle birlikte yok olmasına razı. Anlatıcı onca yazılanı gördüğü, gördükleri zihninde derin bir etki uyandırdığı için her şey rüzgâra kapılıp gitmiyor, Ohio’da alelade bir kasabanın sakinleri kişisel tarihleriyle bir mazi inşa etmiş oluyorlar. Yazar sağ olsun. “İnsanları garip kılan gerçeklerdi. Yaşlı adamın bu konuya dair oldukça karmaşık bir savı vardı. Onun düşüncesine göre, herhangi bir kişi bir gerçeği yüklendiği, kendisine ait kıldığı ve hayatını o gerçeğe göre yaşamayı denediği anda o kişi groteskleşiyor, yüklendiği gerçek de bir sahteliğe dönüşüyordu.” (s. 4) Kasabadaki halimi düşünüyorum da, kendimi müthiş bir şekilde kıstırdığım için gerçeği tek bildiğimden bahseden, eli öpülesi Gülizar Abla. Winesburg’un yalnız ve güzel insanlarından bazıları öyle gerçeklikler uyduruyorlar ki patolojik vakaya dönüşmelerine ramak kalıyor, özellikle başka bir şehirden dönmesini bekledikleri birileri varsa. Bu öykü diğer öykülerin öyküsü olduğu için başa dönüp tekrar okumak bazı bağlantıları görünür kılıyor, bitkin çehreli bir kadının geçişi sırasında yaşlı adamın acıdan inlemesiyle genç George Willard’ın trene atlayıp gittiği son öyküde Helen White’ın istasyona gelmesine rağmen Willard’ı görememesi öyle ilişiktir ki incecik, belli belirsiz, ilk okumada fark edilmesi zor bir teması güçlendirir. Şöyle: Öykülerin uçları öykü çapında açıktır ama kasaba çapında kapalıdır, kasabanın kendi zamansallığı bir şeyin nerede başlayıp nerede bittiğini kesin olarak belirler çünkü determinizm. Belirlemez çünkü irrasyonalizm. Genellikle ilkiyle karşılaşırız, grotesklik öngörülemezliğe pek yol açmaz, psikotikliğin “normalleşmiş” bir uzantısı olarak iş görür. İnsanlar şaşırtmaz, kasabanın gerçekliğinde mantık dışı davranışlarda bulunmazlar, delirmeye beş kala kayışı koparan karakterin babasının da akli dengesi bozuktur mesela, bir diğeri uzaklardaki sevgilisini beklerken bir gün kavuşacaklarına inanarak para biriktirir, başkalarıyla birlikte olmayı reddeder, bunlardan o özgül hakikatin dışına taşacak edimler çıkmaz. Willard’ın da sansasyonel haber yapma niyeti yoktur çünkü neden olsun, insanların gerçek hikâyelerini yerel gazetede yazmaktan başka pek bir şey istemez. Evet, tuhaf insanlara rastlar ama ait oldukları yaşamların sınırlarını zorlamayan insanlardır bunlar, debelenseler dahi kabullenirler hayatlarını. Trajik biraz, kadere tepik atacak bilinçleri yoktur, bunun yanında her şeyi görecek duru bir gözleri vardır, yanılmaya teşne olmayanlar genellikle yanılmazlar, peşin hükümlerinin yanlış çıktığına rastlanmaz öyle. “‘Karım ölü, evet, kesinlikle. Sana asıl anlatmaya çalıştığım bütün kadınların, benim annemin, senin annenin, dün seni birlikte yürürken gördüğüm, şapkacıda çalışan o uzun esmer kadının – hepsinin ölü olduğu. Hepsinin içinde kokuşmuş bir şey var. Evet, evlendim. Karım ben onunla evlenmeden önce ölmüştü, kendinden daha beter bir kadından çıkma, beter biriydi. Bana hayatı zindan etmeye gönderilmiş biriydi. Senin şimdi olduğun gibi, bir zamanlar ben de bir ahmaktım ve onunla evlendim.’” (s. 69) Hassaslığı ölçüsünde çürümüş bir adamın sözleri bunlar, nefret suçunu daha ileri götürebilse götürecek ama kasabanın erkeklerini uyandırmak için kullanıyor, bir de insanları korkutmak için. Deneyimleri hasar bırakması muhtemel sonuçlara yol açmıştır, adamımız sadakatsiz eşini görmeye kayınvalidesinin evine gittiğinde eşinin çırılçıplak bir şekilde bulunduğu odaya itildiğini görür, hayvan gibi çiftleşirlerse her şeyin düzeleceğini düşünen kayınvalidenin kafasında iskemle kırar adam, öfkesini yaşamına yayınca Winesburg’un bir numaralı kadın düşmanı haline gelir. Bir başkası dinî mambo cambolara o kadar takıktır ki torununu ölümüne korkutur, nihayetinde kasabadan kaçmasına yol açar. Kaçmak bir kurtuluştur ama geride kalanların onduğu görülmemiştir, gidenlerdense hemen hiç haber alınmamıştır bir daha. Willard gözlemlediği insanların hislerini bazen açar, açıklar, geri kalanına olay örgüsünü, kasabaya dair bir iki malumatı, öyküden öyküye atlayan karakterlerin geçmişlerini sıkıştırıverir. Aslında haber metniyle öykü arasında kalan metinlerdir yazdıkları da öyküye daha bir yaslanır, öykünün anlatı yüzeyine haber metni yerleşmiştir ama hikâyenin anlatımının tamamında görülmez etkisi.
İlk kez okudum Anderson’ı, kasabanın neliğini hatırlattığı için ayrıca sevdim. İnsanlarına çok acımasız davranmadığı için bir de.
Cevap yaz