Sıradan hayatlarımızın içindeki fırtınaları, küçük insanların eşsiz sorunlarını falan işte, aslında herkesin anlatmaktan bıkmadan anlatmaya devam ettiği şeyleri anlatıyor Yula. Arka kapağa göre. Küçük insanları biri daha anlatırsa “Yangın var!” diye bağırırım, şakam yok. Üslup çaçadır, üf, anlatım has eğretilemelerle doludur ama mevzu küçük insanların küçük yaşamları mıdır, vallahi yangın söndürme tüpünü basarım, göz gözü görmez, o küçük karakterler de öksüre öksüre acılarına bir acı daha katarlar, hep beraber ağlamaya başlarız. Küçük insanlar ha, kırsalı kente getirenler olur, kırsalda kırsalın kırsala kırsalca yaşayanlar olur, acayip merak ettiğimiz insanlar oldukları için elbette anlatılmaları gerekir çünkü küçüktürler ve insandırlar. Yerel soslu insanlar. Söyleyişlerinde, davranışlarında, çevrelerinde kentlilere büyü gibi gelen özellikler taşırlar, otantize edildikleri ölçüde taşranın derdini yüklenirler, sonra lönk diye indirirler orta yere, okurun kafası gözü yarılır. Neyse, fazlası Yula’nın öykülerine haksızlık ama eleştirilecek şeyler de var öykülerde, yersiz olmadı. Yula’yı ilk kez on yıl önce okudum herhalde, öykülerini oyunlarından daha çok severim, konsept yapıları çok hoşuma gider de bazı diyalogları tirada yaslıyor Yula, oyuncuyu konuşturur gibi konuşturuyor karakterlerini, diğer kitaplarındaki öykülerde pek rastlamadığım bir malumat bombasına çeviriyor gündelik muhabbetleri. “Erken İnen Akşamlar”ı ele alacağım ilk, Güneydoğu’da arkadaş ziyaretine giden çocuklu bir ailenin peşindeyiz. Arada verilen birkaç detay var, bir kere Güneydoğu, öykünün başında taksici o bölgeye gitmek istemediğini söylüyor, öldürülen anarşiklere salladığına göre sene 1980’ler, günlerden 11 Eylül. Yani fırtına koptu kopacak, daha nasıl fark ettirilebilir, eh, iki ailenin reisi muhabbet etsin de memleketin ne hale geldiğinden uzun uzun yakınsınlar, sonra sokaklarda dolanan tanklar eve bir mermi sallayabilirse o zaman durumu iyice idrak edebiliriz herhalde. Kısacası ortamın kilit taşlarını verdikten sonra aleniliğe gerek yok, mesela ailelerin çocukları oyun oynarlarken hipnotizmayla birbirlerini uyutmuşlar da uyandıramıyorlar, anneler babalar paniğe kapılıyorlar, çocukların şaka yaptıkları ortaya çıkınca bir tokat, çağrılan bir taksi, bu kadarı yeterli. Dengeyi sağlamaya çalışırsak ya aşırı anlatılan yerden kısacağız ya da çocukların şaka yapma motivasyonlarını falan irdeleyeceğiz biraz, şu haliyle öykü bir yana tamamen yatmış durumda. Mesajı alıyoruz ama bu kadar da almasak iyiydi, nitekim diğer öykülerin kapalılığı Yula’nın sevdiğim öykülerindeki ayarda, iyi. “Geç Kalkan Otobüsler” esas oğlanın yaşantısından parçalarla yolculuğunun birleşimi. Oğlan şehrin bir ucundan diğer ucuna “dikkat çekmeden” gitmeli, gecenin bir köründe bulduğu otobüsün şoförü geveze çıkmasaydı da yakayı ele verecekti ama iki öykü hariç bütün öykülerin sonunu yıkan, darmadağın eden depreme çare yok. Farklı coğrafyalar, aynı yitim: her hikâyede karakterlerin gördükleri bir hilal var tepede, gece insanları o hilali gördükten kısa süre sonra yerin hışmına uğrayıp, öyküleri de peşlerine takıp gömülüyorlar toprağa. Şoför gece yolculuklarından, sarhoşlardan, tuhaf insanlardan bezmiş, bizimkinden zarar gelmeyeceğini anlayınca sohbet etmeye yelteniyor belli ki. Oğlan eşinden kısa süre önce ayrılmış, bavulda eşinin eşyaları var, geri götürüyor. Evet, başkasını sevdiği için ayrılmış eşinden. Hayır, eşinden henüz ayrılamadığı için başkasının ailesi evlenmelerine müsaade etmiyor. Biri Çankırılı, diğeri Sivaslı, memleket muhabbetine giriyorlar, konu konuyu açarken oğlanın yakın geçmişinden sahneler dökülüyor, biri oğlanı rezil edeceğini, herkese vereceğini, el âleme sokturacağını haykırıyor, başkası başka şeyler söylüyor, kimin ne söylediğini ayırt edebiliyoruz da bavulun içindekinden şaşkınlığa düşeceğiz, adamımız güvenilmez olduğunu pek çaktırmadığı için yol gökyüzüne doğru “fırlayınca” bavul da uçuyor arkalara, içindekiler otobüse saçılıyor, tam bir dehşet ânı. Hangisi ama, şoförün haykırışı, yolcuların dehşete düşmeleri, yolun iki tarafında yıkılan binalar derken hikâye sonlanıyor orada, deprem bulduğu her şeyi noktalıyor: doğa, yaşam, öykü. “Geniş, Ferah Alanlar” bahsettiğim dengenin hassasiyetle tutturulduğu imza öykülerden biri, tam Yula işi. Önce atmosfer, mekan, sonra karakter ve karakter hakkında azıcık bilgi, başka bir karakter ve karakter hakkında azıcık bilgi. Dört ayağı şöyle sıralayabiliriz: anlatılan zaman, geçmiş, diyalog, serbest dolaylı anlatıcı. Otobüs yine, gece yolculuğu, iki sıra turkuvaz floresana kadar detaylı bir betim. Esas karakterimiz yaşamını geride bırakmak için düşmüş yola, diyetini ödemiş, başka bir hayata varmaya çalışıyor. Yanı boş, kızın teki geliyor konuşmaya, annesi uyuyunca canı sıkılmış. Kızın geçmişi biraz, mutsuz bir aileden uzaklaşma isteği, otobüsün içinde ne kadar mümkünse. Sohbet ediyorlar da çocukluğunu bilmiyor kız, yetişkinmiş gibi konuşuyor: Adam evli mi, hiç âşık olmuş mu, çocukları var mı? As hikâyenin içinde çerçeveyi belirleyen bir alt hikâye, adam kızı azarlayınca pişman oluyor çünkü konuşacak birine ihtiyacı var, kız zaten gözyaşı dökse de gitmeye niyetli değil çünkü konuşacak birine ihtiyacı var, o sıra ikisinin geçmişinden de bölümcükler diyeyim, tabii yolun yıkılmasıyla biten bir öykü. Adamın cebinde bir dünya para, dükkânı sattıktan sonra arazi olmaya çalışıyor, ailesine bir şey bırakıp bırakmadığını bilmek şart değil. Kızın babasının ne zaman arazi olduğunu, nereye gittiğini bilmek de şart değil, verilmeyenler karakterlerin davranışlarının arkasındaki itici gücü gösterebiliyor, şahane.
“Puslu Karşı Kıyılar” tam senaryo, kısa filme uyarlanır. Araçlarda sessizlik, denizin karşısında uyur gibi. Bir sıra doluyor, ikinci sıranın başına geçen araç arkasına diziyor diğerlerini, bekleme faslı dinlendiriyor çünkü şoförler kaç saattir yolda, belli değil. Şuradan anlarız nerede olduklarını, Eskihisar veya Topçular. Kamyonlar, otobüsler, minibüsler, bekleyiş. Yavaş yavaş zumlayın, yaz gecesinin örtüsünü unutmayın. Satıcılar araçların etrafında dolanıp simit satıyorlar, feribota binen araçlardan inenler sigara yakıyorlar, kenarlara geçip kıyıları izliyorlar. Yani Yula da ince yerinden yakalamış atmosferi, o feribotlara gece yolculuğunda denk gelenler biraz anlarlar sanıyorum, motor sesine alıştıktan sonra sadece su sesi duyulur hatta bence uzaklarda yanan ışıkların sesi de duyulur. Gecenin şarkısı için koca bir orkestra tutulmuştur sanki, lambalardan. Kıyı yaklaşır, kıyı uzaklaşır, hangisinin hangisi olduğunu unutturacak kadar yorgunluk. Ateş paylaşılır da konuşulmaz, sigaralar sessizce tüttürülür, kimse sakinliği bozmak istemez. Bozmamalıdır, o yolculuk yıldan yıla yapılıyorsa en kuytu köşeler seçilir ki başkalarından ses gelmesin, ezgiler karışmasın. Kulaklıklar boyunda, bir sigara daha, kıyıda çalışanlar evlerine nasıl gidecekler için koca bir merak. Kıyıda çalışanlar o saatte evlerine nasıl giderler? Sese dönüşen lambaların yandığı o evler mi evleri? O yananlar evlerin lambaları mı, geceyi mırıldananlar? Burulur insan ya, bir küçük hisseder. Mesela küçük hissetmenin biçimlerini düşünmek tamam, feribottaki bu adam da sosa bulanıp anlatılmak istemez ama. Ne, tek başına dünyayı karışlamak o an, nasıl anlatılacağını dahi düşünmemeli. Böyle bir ortam, tombul kadınla çocuğu var bir yanda, adamla eşi diğer yanda, yakınlık doğuyor hemen. Konuşmamak bundan da iyi: Tombul kadın su gibi Kürtçe konuşabildiğini de söylüyor, Türkçesi çok iyi. Eşi hapiste, geldiği yerde karışıklıklar var, Doğu kıyamet. Sessizlik büyüyor aralarında çaresiz, adam polis çıkınca muhabbet hemen sonlandırılıyor ve huzursuzluk bir eşyaymış gibi bırakılıyor ortada. Hilal var, otobüsün ışıkları hızla büyüyen boşluğu aydınlatmaya çabalarken ayın ışığı düşüyor üstüne. Zayıf.
Biraz aksak ama iyi öyküler yine, Yula’yı okumak her zaman büyük keyif.
Cevap yaz