Gelenekselle moderni birleştiren, eskiyle yeniyi tokuşturan Bektaş üç yıl önce vefat etti. Mimardı, sağlam izler bıraktı. Sanatıyla ilgili söyleyeceklerim, malumatım bu kadar. Kuzguncuk sevdalısı, şairliği de var. Bu kitapta suyla ilişkimizi anlatıyor, eserlerinden birkaçının hikâyesi var, fotoğraflarla besliyor yazılarını. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun şiirlerinde suyu arayışı da kayda değer, gerçi Eyüboğlu’nun şiirlerini sevmeyenler için biraz zulüm ama suyu arıyoruz, hızla göz gezdirmek yeterli. İlk bölüm suyun belleğiyle ilgili, makalede denk gelmiş de Bektaş, suyun belleği varmış. Varsa usu da var, mutlandırıcı. “Belleksiz olduğu söylenen bir toplumda hiç olmazsa suyun belleğinin olduğunu bilmek mutlandırıyor.” (s. 9) Giderek zayıflayan, küçülen bir bellek. Suyunki. Pek çok deyimimiz, atasözümüz var suyla ilgili, Bektaş hatırladıklarını sıralıyor. Suyu ısınır, suyuna gideriz, susuz getiririz. İyidir, ayrıca tersten okunduğunda “us” olur su, süper olay. Evrensel çözücü, yeterince uzun zaman geçerse suda çözülmeyecek şey yok. Bileşenleri var olsun. Asit veya baz gibi davranabiliyor. Çoğu şey gibi ışığı kırıyor malum, camın içinde duruyor öyle. Cam tutmayı severmiş Bektaş, Eyüboğlu da severmiş, suyu tutar gibi olurmuş çünkü. Yağmuru dinlemek rahatlatırmış, yönlendirilmiş akışın pek çok faydası varmış, Anadolu becermiş bu faydaları ortaya çıkarmayı. “Konya’da, Karatay Medresesinin ortasında, yıldızların devinimlerini inceleyebilmek için yapılmış bir havuz vardır. Astronomi dersi için kullanılır… Havuzun tam tepesindeki çatı deliğinden geceleri yıldızlar, havuzdaki suyun aynasına yansırlar. Böylece devinimleri kolayca izlenebilir. İşte bu havuza su getiren ince bir kanal vardır, kıvrım kıvrım.” (s. 18) Dişi -ne demek olduğunu bilmiyorum, baktım ve artık biliyorum, gözenekli demekmiş- taştan yapılmış bu kanal, su aktıkça yumuşacık bir ses çıkarırmış. Dinlendirici ve düşündürücü. Bektaş Denizlili, çocukluğunda memleketindeki evlerin bahçelerinden bir iki arık geçermiş, sebzeler meyveler sulanırmış o arıktaki suyla. Sokaklarında var Denizli’nin, Bektaş yapmış. Duruyor mu acaba? Buldum, duruyor. Çocukken suyla çok oynarmış Bektaş, köprüsünden barajına pek çok yapı çatarmış hemen. Suyun sesini özlemiş, bulmaya koşmuş yaşamı boyunca, okuduğumuz betiği de bu arayışın sonucu olarak yazmış. Türk mimarları arasında “suyu mimaride en çok kullanan” olarak anıldığı için kıvanç duyuyormuş, Mimar Hayrettin’in II. Beyazıt Şifahanesindeki su sesini duyunca yakınını buluvermiş.
Su görgüsü. Eskiler suyu şar şar açmazlarmış, geleceği düşündükleri için bir damlasını bile heba etmek yok. Yağmurun getirdiği saf suyu beklemek istemiyorsak doğal suyu damıtmamız gerekiyor ama ülkenin en büyük sorunlarından biri bu suların pisliğinin, kirinin bitmemesi, yüz metredeki suda bile nitrit çıkıyor ki Bektaş kendi evindeki, Kuzguncuk’taki kuyusunu incelettirmiş, yedi sekiz yıl önce “içilebilir” denen su artık içilemiyormuş. Nitrit. Semerkant’taki kutsal sudan içmiş Bektaş, hastalanmış. Bergama’daki Askepion’da içiyormuş ama o da içilmiyormuş, kısacası sularımızı itinayla mahvetmişiz. İda hâlâ duruyor, oradaki göletler, ırmaklar temiz ve bol, öyle ki çağlar önce söylenenlere göre su kıtlığı başlasa en son etkilenecek yer İda’ymış. Ayazmalar ve kuyular İstanbul’da iş görüyormuş bir zamanlar, şimdi kim bilir ne halde. Çok becerisi var oysa suyun, bir kere yolundan şaşmaz. Taşar, ne kadar taşacağı da bellidir, alınır önlemi veya alınmaz, özgürce akar. Dere yatağına ev yapan insan ne halt eder, para kazanıp cinayet işler. “Bir kentimizde kapatılmış bir derenin üzerini hiç olmazsa yer yer açın dedim… Dinlemediler… Sel geldi… Önüne kattığı kütüklerle, çalı çırpıyla, taşla, toprakla yolun altındaki tüneli tıkadı, patlattı, insan öldü…” (s. 52) Temizler, bol olmadığı yerde yağmurdan biriktirilir. Çatılar bu birikimi sağlasın diye suyu sarnıcın içine akıtacak şekilde yapılırmış bir zamanlar, çamaşırın yağmur suyuyla yıkanması gerektiği bilinirmiş. Bodrum’da düz damlar çörtene -bir nevi su haznesi- doğru eğilimlendirilirmiş, duvarın yüzüne kırık kiremit ve zeytinyağıyla karılmış harçla kanal yapılırmış, düşey bir arık. Aşağıda toplanan su domates tarlasına yönlendirilirmiş, Fethiye çevresindeki evlerdeyse sarnıçta sonlanırmış süreç. Antalya’da en varsılın evinde bile yağmur borusunun ucuna bez takılır, suyun döküleceği alan belirlenirmiş. Hasılı bu su müthiş bir nimetmiş, öyle kolay kolay da bulunmadığı için el üstünde tutulurmuş. Avuçta. Beden temizliği: yunmak. Eskiden odanın bir köşesinde yunmalık olurmuş, Müslüman evlerindeki odalarda, uygun bir köşede tek kişinin su dökünebileceği bir alan. Dibi çinko kaplı, bir dolap derinliğinde, küçücük bir alan. Başka, dekoratif kullanımlar var, Mardin’de gördüğü bir su şalalasını ABD’de inşa ettiği eve yerleştiriyor Bektaş, gelenekle modernin birleşiminden kasıt bu. Bir amaç da konuşmaları dinleyenleri engellemek, Topkapı Sarayı ve Boğaziçi’nde bir yalıda varmış örneği, gizlilik isteyen sulu bir şey yaptırırmış hemen.
Bahçelerde var tabii, kanallardan geçiyor su, taşlardan akıyor. Anadolu’da Hitit zamanından beri bu tür taşlar var, suyun dönüp dolaşmasına rağmen yolunu yitirmediği taşlar. Bektaş çok sayıda taş çizmiş de yaptırmış, bahçelere yerleştirmiş. Modellerden biri: “Diyarbakır evlerinden öğrendiğim havuzun çevre duvarları yarım daire kesitli taş… Havuzu dolduran su üzerinden cam gibi kayıyor dıştaki kanala… Serinliği, sesi bir yana, gerçekten doyum olmuyor bakmaya…” (s. 80) Toplanması için sarnıçlar yapılmış, yapılıyor ve çağlar önce yapılmış sarnıçlar günümüzde de kullanılıyor, Köseler nam bir köy eski çağlarda, 2.000 yıl önceki yöntemle su sağlıyorlar, sarnıçlar vasıtasıyla. Hemen su muktediri türemiş tabii böyle yapıların etrafında, kaynakların başına tapınaklar kurulur, din adamları gönlüne göre dağıtırmış suyu. Dikleşen susuzluktan kırılır, pılıyı pırtıyı toplayıp gider. Bunların dışında sebiller, şadırvanlar, köprüler var, suyla alakalı yapılar. Hamamlar var, süper bir bilgi vereyim, kadın erkek bir arada yıkanmak Hadrianus döneminde yasaklanmış. Evet. Rum evine yerleşen bir Müslüman ilk olarak evin bir yerine yunmalık ya da hamam sıkıştırırmış, Rumlar hamamlarda temizlenirlermiş. Sularla ilgili, aşmak var tabii, eskinin vapurlarının jilet olduğunu hatırlıyor Bektaş, Çanakkale’ye çekilenler birer birer ortadan kaybolup kıl tüy işler için kullanılmış. “Boğaziçi’nin Asya yakası vapuru Eminönü’ne hep gecikerek gelirmiş. Üstleri kaptana sormuşlar bir gün nedenini. Kaptan açıklamış: ‘Beylerbeyi’nin teşrifatından (beyefendiler birbirlerine buyur etmekten vapura binemezlermiş) Kuzguncuk’un haşaratından (ayak takımından)…” (s. 136) Köprülerimizden bahsedip bitireceğim, hani şu bir taşı çekilince lambır lumbur devrilen aşırı hassas yapılarımızdan. Köprüler bilindiği üzere suyun veya boşluğun üzerine kurulur, suyla ve boşlukla muhatap olmak istemeyen insanlarca kullanılır. Anadolu’da çok sayıda köprümüz vardır, bunlar bazen tadilat görür. Bektaş’ın bir anısı var konuyla ilgili, 1955’te Kurt Erdmann’la birlikte Oktay Aslanapa, Turgut Kavur, Yüksel Aslan gibi önemli isimler Malabadi Köprüsü’nü görmeye gitmişler. Zınk diye kalmışlar gördüklerinin karşısında, sıvasız taş örgü olan köprüyü sıvamışlar, bir de boya ile taş çizmişler. Kilit taşının olduğu yere de Hacivat’la Karagöz’ü oturtuyorlarmış. Şurayı tamamen almam lazım, yazının da sonu: “İlk kez bir Alman’ı kızgınlıktan ağlarken orada görmüştüm. Kurt Erdmann öfkeden zıp zıp zıplıyordu. Karayollarından genç bir Türk mühendisi de oralardaydı. Koştu geldi… Anlattıkları inanılacak gibi değildi. Bir Amerikalı mühendis (Marşal yardımıyla Türkiye’ye yardıma gelmişti sanırım) köprüyü görünce pek sevmiş, ‘ben bunu cebimden onartacağım’ demiş… Görülen durumun nedeni oymuş… Diyarbakır’a bir an önce vardık. Bütün gerekli yerlere telgraflar çekerek dilimize ne geldiyse söyledik.” (s. 139)
Cevap yaz