Konsept öyküler. Formülü çıkarınca anlatıcının ilginç buluşlarından başka dikkat çekici pek az şey kalıyor, belki “Gayrımeşru Tekrarlar”daki gangster atmosferine benzer ilginçlikler lazım. A noktasından B noktasına pek oyalanmadan, anlatılan zamanın tekdüzeliğiyle ip gibi giden karakterin seyirde yaşadıklarının arasına düşüncelerini katmak ikinci tekil anlatıcının aracılığıyla zor, yeterince iyi kotarılmışsa da aksamalar var. “Bu çocukta iş var demesini mi bekliyorsun, emin değilim.” (s. 14) Herhangi bir konudan emin olmayıp serbest dolaylı anlatıcılığa soyunarak karakterin bilemeyeceği detayları aktarmanın türü ikidir, ya anlatıcıya güvenilmezlik atfedeceğiz ya da bir çatlak olarak değerlendireceğiz bunu. “Silik Bir Gülümseme” nam öyküden: “Çocukken hepimiz gittik, herkes secdedeyken kalkıp baktık etrafa, herkesten ayrı bir şey yapıyor olmak mı, herkesin aynı şeyi uyum içinde yapıyor olması mı bizi cezbetti, anlayamadık.” (s. 19) Siz? Odaktaki karakterin tanıdığı mı anlatıcı, yeterince uzaktan bakmaya çalışırken vazifesini unutup kurgusal duvarları yıkarak anlatının orta yerine bombalama atlayan biri mi, ne? İlkine dair veri yok, muhtemelen ikincisi diyeceğiz, nazar boncuğu olarak öykünün adına asacağız bunu. Bir iki mevzu daha var, öyküleri anlatırken dokunurum az. İlk öykü “Demir Tozları Depoda”, karakterin (bundan sonra K) servise binmesiyle başlıyor. Dolmuştan bozma servis koltuğuna -koltuk değil, servis dolmuştan bozma- diğerlerini rahatsız etmeden oturuyor. İlk iş günü, tedirgin. Hızın pek oynamayacağı işyeri anlatısı başlamadan önce geçmişe şöyle kısa bir bakış: “Devlet eliyle planlanan tüm süreçleri atlatmış, büyük bir partide cüppeyi giyip kepi fırlatmışsın. Asıl hayat o zaman başlamış, cinsiyetin de erkek, askerliğin önünde, düşüncesi bile ruhunu ıslatıyor, ıslak beze bile dokunamıyorsun üstelik.” (s. 7) Kaçırmadıysam hikâyede ıslaklıkla ilgili bir mesele yok, ruhun ıslanması ve ıslak beze dokunamamak neçe iştir bilmiyoruz, anlatıya el sallayıp kendi yollarına giden bu arkadaşlara veda ediyoruz. Asgari ücrete talim, K çalışmak zorunda, depo müdürünün yanına verdiği Cengiz’den iş öğrenmeye başlıyor. Paletler, transpaletler, yüklenecek ve indirilecek paketler: makarna, bisküvi, gofret, marketlerde satılan ne varsa. Cengiz işin püf noktalarını gösteriyor, mesela palete önce büyük parçaların konması gerektiğini söylüyor ki burada araya girip, ama önce öyküyü bitirmeli: K işçilerle tanışır, arkadan iş çevirebileceklere karşı dikkat kesilir, hiyerarşiyi öğrenir, işlerin nasıl döndüğünü anlar ve servise binip kafasını cama yaslar, artık o da pırıl pırıl bir finansal köledir. Deponun soğukluğu “bronz bir balyoza” dönüşüp göğsünün orta yerine indiğinde birinciliği, altın balyozu kime verdiklerini merak ederiz, herhalde Cengiz’in göğsüne inmiştir. Bu palet işinin inceliklerinden bahsedeceğim, K’nin kanayan yarasından. Askerde kaç ay yaptığım iş, üstelik koca Unimog’ları da doldurup boşalttığımız için iyi de bilirim, K’nin yaşadıklarını kısmen içerdiğinden anlatayım: Koca kışlanın malzemesini yüklüyoruz, önce koca koca yoğurt kapları. Üstüne konserve paketlerini koyuyoruz, sonra peynirler ve diğer zamazingolar geliyor, gerçekten de büyükten küçüğe gitmek lazım. Kasa kasa meyveyi, kavun karpuzu yerleştirmek ayrı bir sanat, zahmetli, bu yüzden arada bir iki ağzımıza attığımızda görmezden gelirlerdi komutanlar. Habib çikolata ve muz aşırırdı, ona da ses etmezlerdi. Öyküdeki gibi son kullanma tarihi geçmiş ürünler yoktu, olsaydı yerdik. Deponun soğukluğuyla ilgili kısmı okurken ürperdim, karkasları taşırken girdiğimiz dondurucu geldi aklıma. Motorları durdururlar önce, o soğuk havayı surata yemek kadar zinde tutan bir şey yok. Ölmezseniz. Girdiniz, hayvanlar üst üste konmuş. İki bacağından tuttunuz, devreniz diğer bacaklardan tuttu, tartıya koydunuz. 150 kilo, 130 kilo, neyse artık. Toplam 1 ton et gidecek diyelim, beş altı sefer yapıp karkasları öylece koyarsınız kamyonun kasasına, yallah mutfağa. Ulan o neydi öyle be. Giresunlu öğretmen devrem, garibim, daha ilk gün meyveleri taşırken dolu gözlerle çöküvermişti kenara, “Ulan bitmez bu be,” demişti. Ben taklit yapmayı pek beceremem ama severim, Cem Yılmaz taklidi yapıp “Daha ölmedik biz be!” demiştim, kaldırmıştım çöktüğü yerden. Evet. Bu da böyle dandik bir anımdır. Donuk karkası taşımadan önce ellerinizi kurulayın, kemiğe yapışabiliyor.
Kitaptaki en iyi üç öyküye değineceğim. Son iki öykünün kitapta yer almaması gerektiğini, bahsedeceğim üç öykünün yanına yaklaşamadığını söyleyip geçeyim. “Huzurevi Aylıkları” tahminimce Çam’ın asıl niyeti. Birinci tekil anlatıcı iyi, yaşlılık ve yaşlılarla ilgili çıkarımlar pek iyi, edimlerle fikirler arasındaki denge tutturulmuş. Ağırbaşlı bir öykü, ilk cümleler: “Her ay bir defa iş güvenliği uzmanı sıfatıyla huzurevine giderim. Merdiven boşluklarına, yangın tüplerine, elektrik panolarına ve asansöre şöyle bir bakarım. Bodrum kattaki mutfağın içinden geçerken tanıdık yüzlü kadınların sigarayı acemice söndürmelerini izlerim. Beni görünce telaşlanmaları hoşuma gider.” (s. 23) Şöyle bir bakmadığını görürüz anlatıcının, yönetmeliğe uygun olmayan ne varsa fark eder, düzeltilmesi için uyarılarda bulunur. Gerçi bunda güç gösterisinin de etkisi var sanki, anlatı boyunca gücünü birileri üzerinde deneyen anlatıcının bu huyuna dair pek bir bilgi bulamasak da kişilik özelliği deyip geçebiliriz. Her bölümün sonunda kaçarcasına uzaklaşmaya bakar huzurevinden, bir ay sonraki ziyaretinin kaygısını daha kapıdan çıkmadan dile getirir. Huzurevi sakinleriyle, çalışanlarla türlü çeşitli ilişkiler kurar, sevmeye başladığı yaşlılardan birinin vefat ettiğini son ziyaretinde öğrenince öykü de noktalanır, anlatıcı işi bırakmaya karar verir çünkü. İlginç buluş demiştim, benim de pek düşünüp kendimi eğlendirdiğim bir şeye rastladım, çok hoşuma gitti: “Akları sararmış gözleri ve yavaş hareketleriyle oturanlar arasında Deep Purple dinlemek isteyen var mıdır, aynı dönem…” (s. 24) Mesela annem 1993’teki Metallica konseri sırasında televizyon izliyordu muhtemelen, kafamda hemen drone uçurup şehrin iki yanından görüntüler getiririm, hoş. Hadi bir çatlak da buradan olsun, anlatıcı huzurevinden çıkınca düşündüğü, bölümün son cümlesi: “Bir sonraki ay için şimdiden zaman daralıyor.” (s. 36) Şu da bir sonraki öykünün son cümlesi: “Bir sonraki on sene için vakit daralıyor.” (s. 49) Yine birinci tekil anlatıcı, muhtemelen aynı anlatıcı, makbulse de tekrara lüzum yok anlatıcının aynılığını göstermek için, anlatım biçimi hemen her öyküde aynı zaten. Konsept öykü derken bundan bahsediyorum, Çam’ın tutturduğu anlatım yolunun farklılaştığını hemen hiç görmeyiz, bir iki öyküde daha imgeli, sisli bir anlatımdan bahsedilebilir belki, o da anlatıyı yapısal olarak değiştirmez. “Penceresiz Evler Mahallesi” aynı meşrepten bir öykü, favorim. Adalet sarayındayız, anlatıcı bir meseleyle ilgili borcu olup olmadığını, varsa borcunu ödemek için gelmiş, gözlemlerinin özgünlüğüyle kuruyor mekanı. “Duvarlarda küçük yazılar, 1. İcra, 2. İcra, sonra 3, 4, 5… Sonra boş odalar. Belli ki gelecek gerisi altı, yedi, sekiz, sokak, apartman, daire, oda, odadaki eşya, eşyaya gözyaşı akıtan çocuk, çocuğun geleceği, geleceğinden tiksinişi…” (s. 52) Tüy hafifliğinde geçişler, satılan tarlalardan kaybolan umutlara, torpilli çalışanlardan Yeni Türkiye’ye batırılan çuvaldızlara. Belli belirsiz bir eleştiri, artık kimse sıra beklemiyor, Yeni Türkiye süper ama icra davalarının önü alınamıyor, dayı torpili sayesinde memur aga kafasına göre takılıyor, işler yürümüyor, adliye tam bir bürokrasi kapanı olarak varlığını sürdürüyor. Memuriyete, ülkenin haline dair bunaltıcı bir öykü, tam ayarında. Lakin tüketmiştir bu kaynağı Çam, artık başka bir yolak bulmalı. İkinci kitabını merak ettirecek anlatı yetkinliğine sahip, o tamam. Bekliyoruz. Üçüncü öykü kaldı, bu ikisinden aşağı kalır yanı yok onun da. Bir bakın derim.
Cevap yaz