“Unut Gitsin”: Aşağıdan yukarıya bir dikiz, renk renk ayakkabılar, bacaklar, kollar. Üst gövde ve başlar yok çünkü anlatıcı bakmıyor oraya kadar. Şık başlangıç, toplantı bitince herkes dağılıyor, kafa göz bir yabancılaşma sonra: “Anlayıştan bahsedilen o içi boşaltılmış değer yargılarını kavradıklarını düşünen topluluğa sempati beslemekten çok uzağım.” (s. 9) Bireyin özgürlük safsatasından dem vuran upuzun bir cümle var öncesinde, eyvah, içini yara yara gelen bir anlatıcı. Hikâyenin alımlı olmasından başka bir umut yok artık, tam o sıra anlatıcı tuvalete giriyor ve eşit pisuvarlardan bir eşitlik yanılsaması çıkarıyor bu kez, alayının canını cehenneme yollayarak bağırsak hareketlerinden kendine bir kişilik devşiriyor. Onu bağırsağı, onun özgürlüğü ama bir başkası devreye girer girmez özgürlük kısıtlanıyor, tuvalette gozur gozur iş göremedikten, yalnız kalamadıktan sonra özgürlük nerede? Çevresinde olup bitenleri anlamlandırmaya çalışıyor bir yandan, yapıbozumcu eşya inceleme seanslarından bahsediyor, ele tutuşturulan bir kâğıda akla gelenlerin yazılmasından eşyaların hükümranlığını çıkarıyor, yağmur damlalarının şahsiyetinin ölümle bağlantısına değiniyor, bir iki felsefî kukara. Tuvaletteki adam ellerini yıkıyor, iyiye işaret. Topuk dansı yapmıyor da yapsa kötüye işaret çünkü tuvalette topuk dansı ne ve anlatıcı iş görecek, antenleri tamamen açık, düşünmeye ara vermesi için mevzuya başlaması lazım. Bitirmesi ya da. “Tüm benliğimle dışarıdaki seslere odaklanmışken ve bilincim de bunun farkındayken başka bir şey düşünebilmem çok güç. Lanet olsun. Hâlâ ne yapıyor olabilir?” (s. 12) Hay bin kunduz gerçekten, vay başına küller yağa. Buradan hani iyi bir yere gidecek mi, insanın şöyle sağlam bir dayak yemeden psikolojik sorunlarından kurtulamayacağına varıyoruz, eh. Tuvaletten çıkıyor anlatıcı, işyerindeki toplantıya gidiyor, önündeki güzel bayanla hayalî bir diyalog kuruyor, işyerinin güvenlik görevlisiyle iki kelime bir şey konuşuyor ama yine vecizeler sunuyor, sonra otobüse binip eve gidecek ama toplantı bitsin bir: “Aslında toplantı yapmamızı gerektirecek bir şey olmadığını anlayınca dağılıyoruz. İş hanının karşısındaki durakta bir süre bekledikten sonra beni eve götürecek olan otobüse biniyorum.” (s. 17) İkinci cümleyle içim rahatladı çünkü otobüs durağının yeri, otobüs, beklemek, eve gitmek ve iş hanı çok önemliydi, bir tas soğuk su dökünmüş kadar oldum. Latifeler devam ediyor bir yandan, anlatıcı gözlerini kapayıp açsa da otobüstekilerin yerleri değişse çok matrak olur, önde oturan adamın keline bir şaplak atılsa süper, mesela cama hohlayıp “kıç gibisin” yazsa, mevsim kışa varsa da buhar tutsa cam, kişinin teki o yazıyı görüp yüzüne ve kıçına aynı anda dokunup kafasında bir şeyleri ölçse biçse falan filan derken şöyle derin bir nefes aldım, daha ilk öykü. Calvino’ya şükrettim, özellikle Palomar ve Zor Sevdalar için. Buradakilerin olmuşu onlarda var.
“Sonra”: Anlatıcının kafa yine dağınık ama kamera rolüne girip etrafı kaydedebilecek kadar dikkatli. Arkadaşı Selim’i bekliyor, yine geç kalmış Selim. Sokaktan köpekli bir adam geçiyor, kızlar erkekler ayırt edilemiyor, hiçbiri sonlarının yaklaştığını bilmiyor. Barmen Vahit’in bir arkadaşı geliyor, Selim değil. “Bardağımdan iri bir yudum alıyorum. Ne gitmek istiyorum ne kalmak. Benliğim paramparça olup etrafa dağılmış gibi. Gözlerim doluyor durduk yere. Başımı çeviriyorum. Nereye baksam aynı boğuntu.” (s. 24) Çok üzülüyorum böyle anlatıcılara, dünyanın yükünü taşıdıkları gibi dünyanın yükünü taşıdıklarını anlatmalarının dünya kadar yükünü de taşıyorlar, bardaktan iri bir yudum alırlarken şöyle üst kısımdan koca bir ısırık da almalarını, çatır çutur yemelerini diliyorum. Neyse ki Selim geliyor, başlarda durgun ama yola çıkacaklarını düşününce seviniveriyor. On yıl önce sekiz kişiyle alınmış bir karar var, güneye gidilecek, sekizden iki kalmış olsa da büyük bir meseledir bu. Anlatıcı karşıdaki evin ikinci katından dünyaya bakan atletli, yaşlı bir adamla göz göze geliyor, adam esneyip başını kaşıyarak evin içinde gözden kayboluyor, o sıra zaman usulca akıp gidiyor. Zamanın usulca akıp gittiğini anlatmak için son paragraf yeterli, öncesinde anlatıcının katır kutur yemediği bardağı ben yedim. Söylemeden de edemem, arka kapakta “abartılı söz oyunlarına başvurulmadan” ele alındığı belirtiliyor “öfkesini içten içe işleyen” karakterin, ilk öykü bitmeden arka kapağı yırtıp atabilirsiniz. “Karakter” gerçekten bu arada, öyküler tek bir karakterin ağzından. Öyle değilmiş gibi görünüyor, okur kanmasın, arka kapaktaki alternatif gerçekliğe özenmek de mümkün bu konuda ama gerek yok, dediğim gibi.
“Geçip Giden Tüm Gülüşler”: Anlatıcı belki de sadece mutsuz bir insandır, durmak bilmeden kendini sorgulamaları, etrafında kimse yokmuş gibi davranmaları bu yüzdendir. Bir gün daha gelip geçmiştir, bekleyen güzel günlerden bahseden Ahmet bile bunu engelleyemez. Ahmet, çok sayıda Ahmet, akşam için ayrı, sabah için ayrı, ara sıra karşımıza çıkıyorlar. Anlatıcı devam ediyor, yaşam çizgiselliğini kaybedince sarmal olmuş. “Bazı şeyler çok hızlı oluyor, bazılarıysa çok yavaş. Yine de hiç fark etmiyor. Bulunduğum zamanın bile dışına çıkmak istemeyen bendenize inat, her şey büyük bir hızla değişiyor.” (s. 27) Bu neçe düşünmedir, yaman bir akıldır, yine de anlam veremez olanlara. Akşam ne yapacaklar, işyerinde cam kenarı kutucuğun sunduğu özgürlükte felsefe paralarken düşünüyor anlatıcı. “Bunlar bana göre değil. Ben varsa yoksa boşluğa bakıp geçmişi düşünmeliyim. Nerdeydim, nereye gelemedim demeliyim.” (s. 30) Ya iki hıyar yedim üç saat önce, şimdi karnım deli aç ama saat de kaç, hiçbir şey yiyemem artık. Midem “bozongo bozongo” sesi çıkarıyor, plank eyledim de geldim bu günlere ben. Yaşım otuz beş, bisiklete binmeyi ve okumayı severim. İki gün önce idarecilik sınavına girdim, mülakattan da yırtarsam yaşadım. “Çizgilere basmadan yürümeye çalışan insanlardan.” Kimse merak etmesin, bu da var öykülerden birinde. Obsesyon pazarından dilediğinizi seçebilirsiniz, bir yerde karşınıza çıkacaktır. Mesela tırnağımın ucuyla güneşi itekledim, bir santim kaydı, o santimi kaydırmak için aslında kaç kentrosmilyor birim enerji gerekeceğini hesaplamak istesem bu kitaptaki karaktere azıcık benzerdim. Sigaranın her nefeste ciğerimin ne kadarını mahvettiğini de hesaplarım, bir de ölümü beklerim ama bu karakter beklemiyor, aşırı düşünüyor sadece. Aşırı düşünüyor. Çok aşırı düşünüyor, hikâyeyi düşünceleriyle doldurduğu için öykünün diğer ögelerine yer bırakmıyor. Bu durumda öykü ne oluyor, olmuyor.
“Çiçekler”: İki eski arkadaş buluşurlar, biri evini atölyeye çevirip resimlere boğduğunu söylemez, ev ziyaretinde ortaya çıkar bu. Yıllar sonra bir araya gelmişlerdir, ressam yurt dışından döndükten sonra her ay bir sergi açmaya, bir yayınevine kapak çizmeye başlamıştır, ne güzeldir. Ev biraz şeydir, işte, sanatçı evi. Resimler kasvetlidir, ev öyle, ressam hemen burjuva bunaltılarından bahsetmeye başlayıp kendi kendini suçlar ki anlatıcının suçlamasına maruz kalmasın. Mutlu olduğunu söyler, iyidir yani resim mesim, anlatıcı inanmaz ve mermer denizliğin üzerindeki kurumuş sardunyaları sulayacağını söyleyerek bitirir öyküyü. Onar onar alıyorum filtreyle kâğıdı, gecenin bir körü bitince çıkıp paket almayayım çünkü içemiyorum, tütüne alıştım. Migros’taki arkadaş Kayışdağı’nı örgütlemiş işte, TİP’e vermişler ama Anıl Denizci’yi vekil çıkaramadık ne yazık ki, olmadı. Görevime Kafka rozetiyle gideceğim, o gebeşlerin rozeti varsa benim de var. Şato mato, dava mava kardeşim. Boş adam değiliz. Soluk borusuna çat, yerde yılan olursun. Şiddete hayır. Karşıyım.
Cevap yaz