Bir dönemin yaşam pratiklerini anlamak için bulunmaz kaynak, Karay’ın anıları o kadar engin ki Galatasaray Lisesi’ndeki açlık günlerinden Rusların bombaladığı Sinop’tan kaçışına kadar hemen her ayrıntı var. Ahşap evler, köpekler ve döşek ne kadar önemliymiş meğer, devletin üst kademelerinde görev yapan bir babanın açtığı yol ne zenginmiş, çocukluk anıları Doppler etkisine nasıl karşı koyabilirmiş, serinin sırf bu kitabını okuyarak anlayabiliriz. Gerçi önceki kitaplarda şöyle bir değinilip geçilen bazı olayları daha iyi anlayabiliyoruz, Karay -belki de zamanı henüz gelmediği için- derinleştirmediği anılarını bu kez rahat bırakmıyor, çepeçevre kuşatıyor adeta, başı sonu belli bir kurguyla bağlayıp sunuyor. Mesela II. Abdülhamid’den hazzetmemesini temellendiriyor: İstibdad zamanı evlere elektrik ve telefon döşenmemesi, gençlerin isyan etmeye meylinden ötürü Galatasaray’daki yaşlı hocaların yerine yenilerinin atanmaması, Yalova’daki kaplıcalardan yolunu bulan padişahın müşterileri eşkıyalardan zarar görmesin diye işe askeri koşması, bir dünya sebep sunuyor Karay, ardından İttihat ve Terakki’ye de sağlam bir giydiriyor. Öldürülen arkadaşlar, tepede durmadan sallanan bir kılıç, üstelik savaşlar da kaybedilmiş ve kaybedilmeye devam ediyor, idarecilerin beceriksizliği yüzünden yitirdiklerine üzülen Karay’a göre halkın başına gelenler bu iki rejimin suçu. Mustafa Kemal’i de İttihat ve Terakki’nin has adamı saydığından Anadolu’daki mücadeleye çomak sokacak, Ankara’nın başkent yapılmasıyla ilgili dalgasını geçecek, Mustafa Kemal’e ağır eleştirilerde bulunduktan sonra zafer kazanılınca son bir gayretle dönmeye çalışacak ama dağları devirdiği için affedilmeyecek, sürgün edilecektir. Sürgün anıları pek yer kaplamıyor bu metinde, daha çok sürgün öncesinin İstanbul’undan bahsediyor Karay, Sinop’la Şam’a azıcık bir yer ayırıyor. Lübnan da aynı tarifeden, o acıyı pek hatırlamak istemediğini anlıyoruz, Karay siyasi anlamda yaş tahtaya bastığını kabul etmekle birlikte her şeyin bir yanlış anlamadan doğduğunu söylüyor. Bu başka fasıl, odaklandığı evrelere bakalım, ilk kez tutuklandığı âna. Bekirağa’ya getirildiği zaman yanında yatak döşek olmadığı için şaşıran inzibatların telkiniyle eve hemen haber uçurur Karay, akşamına yatağını getiren yaşlı kâhya koğuşlara şöyle bir bakar, yüzünü buruşturur ve küçük beyin orada kalamayacağını düşünür besbelli. Daha beter yerlerde kalacaktır küçük bey, yatağı sırtladığı gibi Sinop’a gider, küçücük şehirde babasının her ay yolladığı beş altın lirayla rahat rahat yaşar. Vatandan uzak değil en azından, üstelik şehrin içinde özgürce dolanabilmektedir, karşısına çıkan bir köpeği yanına aldığında hayvan sevgisinin her türlü acıyı unutturduğunu söyler. Ne ki I. Dünya Savaşı patlar, İstanbul’dan gemi gelmez artık, Ruslar şehri bombalarla döverken iç bölgelere gönderilen Karay bir müddet sonra İstanbul’a gidecek, Ziya Gökalp’ın yardımlarıyla sürgüne geri dönmeyecektir. Biraz rahatladığı için sivri dilini tekrar konuşturmaya başlar, bu kez hedefinde devrik rejimin en muteber insanlarından biri vardır. Ne yapmıştır Karay, İzmir’in işgalinden hemen sonra direniş güçlerini o bölgeye yönlendirmeye çalışan Kuvâ-yi Milliye’nin komutanlarının telgraf mesajlarını iletmemiştir, bağlantıyı kesmiştir çünkü sulh istemektedir, direnişin sürdürülmesi yine kaybedilecek bir savaşa yol açacaktır. Yanlışını pek yadırgamayalım diye olacak, ara sıra mazur gösterir kendini Karay, yaşamında gördüğü bütün savaşlar kaybedildiği için o savaşın da kaybedileceğini düşünmüştür. Ali Kemal’le ilişkisi bu tavırda etkilidir, Karay buralara pek girmese de Ali Kemal’in kaçırılıp İzmit’te öldürülmesiyle birlikte iyice korkuya kapıldığını ve pişmanlığını dil getirmeye başladığını biliyoruz. Alakasız ama Şükran Kurdakul’un şahane bir öyküsü vardır Ali Kemal’in son saatlerine dair, mutlaka okumalı.
Eski İstanbul’da neler vardı, bakalım. Mendiller diyelim, aslında “çevre” denirmiş bunlara, bayramlarda içine çil çil paralar konurmuş, dışına altın dikilirmiş, çocuklar bu mendillerle cukkayı indirirlermiş cebe. Karay’ın hatırladığı bir manzarada davulcu mudur kimdir, biri geçiyor kapıdan da elindeki çubuğa takılı rengârenk mendiller upuzun, düş gibi bir bayrakmış adeta. Kadınlar bu çevreleri örerler, sevdiklerine mesaj vermek için dahi kullanırlarmış, mesela biri önünüze mendil bıraktığında amaç belliymiş, mendili şöyle bir sallayıp başını eğdiğinde başka bir amaç belliymiş, mesajlaşmak için de kullanılabilen çok amaçlı bir bezek bu. Karay o paralarla şekerleme alırmış, birazını biriktirseydi Galatasaray’da çok işine yarardı. Savaş zamanı, padişah da mektebi pek sallamadığı için yeterince gıda gelmezmiş okula, Karay o açlığı çok iyi hatırlıyor. Okul yılları işkenceyse evde geçen yıllar cennet, Kurban Bayramı sırasında hayvanların boğazlarını şak şuk kesen hizmetçinin kana susamışlığını bir anlatıyor yazar, aklımız çıkıyor. Yangınlarda yok olan evler yüzünden insanların yerleşikliğe bir türlü alışamamalarını anlatıyor, üzülüyoruz, bu yangınlar yüzünden eşlerle muhabbetlerin ilerlememesinden ve boşanmalara varmasından bahsediyor, garipsiyoruz çünkü Karay’ın kadınlarla bir alıp veremediği var besbelli, rahatsız edici bir cinsiyet ayrımı göze çarpıyor. Romanya’da otel odasına getirtilen kadınlara koca bir yazılık yer ayırması ilginç, telefon etmiş de kadın istediğini söylemiş Karay, kominin hiç şaşırmadan işini yapmasına şaşırmış.
Ramazan eğlenceleri, yılbaşının geçirdiği evrim, hasılı bayramlarla ilgili anılar hoş, yeme içme alışkanlıkları Mutfak Zevkinin Son Günleri‘nde uzun uzun anlatılıyor. Şehrin nasıl değiştiğini de görebiliyoruz, alafranga yılbaşı özellikle Devrim sırasında Rusya’dan kaçıp İstanbul’a sığınan Ruslar vasıtasıyla yayılmış. Pek çok geleneğin I. Dünya Savaşı’ndan sonra ortadan kalktığını görüyoruz, bayramlar eski havasını kaybediyor, ekonomi cortladıktan sonra banknotlar ve altın liralar değişime uğruyor keza, çocukluğun dünyasından pek bir şey kalmıyor geriye. Karay ilk sürgününden geri döndüğünde bankaların sayısının arttığını, gayrimüslimlerin bankacılık tekelinin biraz olsun kırıldığını söylüyor, başarısız denemelerden sonra dikiş tutturulmuş nihayet. Lambalar sokakları ele geçirene kadar muşamba fener taşıyanlar aydınlatırmış yolları, Ahmet Rasim de anlatıyordu, bekçiler lambayla dolananlara pek karışmazken karanlıkların içindekilere musallat olurmuş, özellikle gece ziyaretlerinden dönenlerin yarattığı manzara izlenmeye değermiş. “Delil”den de bahsetmeli, Karay’ın ailesinin Arabistan’da yaşayan dostları var, gerçi tam dost denemez, bir nevi kollanan insanlar diyelim. Bunlar ailenin yetiştirdiği çocuklar olabilir, tanıdık vasıtasıyla uzaktan uzağa tanışılmış insanlar olabilir. Bayramlarda bunlara bir sandık gönderiliyor, içinde paralar, bir dünya hediye, aylar sonra sandık geri geliyor ve ganimet çıkarılıyor: zemzem, çeşitli Arabik nesneler, hediyeler, ıvır zıvır. Gelenlerin değeri gönderilenlerden çok daha düşük olduğu için bir nevi korumacılık denebilir, İstanbul’dakiler kutsal topraklardaki din kardeşlerine yardım ediyorlar. Ölümle yüz yüze bir yaşam sürdürülmesinin etkisi nedir bunda, her an ölebilecek olmanın yaşamaya zararı nedir, cevabı yok ama Karay her an korku içinde yaşadıklarını söylüyor. Kolera çok büyük sorun, İspanyol gribi aynı şekilde alıp götürüyor, Kadıköy’ün Altıyolağzı’nda -hah!- bir konak varmış da grip bir girmiş, konakta sağ bırakmamış. Bir de verem var. Şair hastalığı. Verem olmayana iyi şair gözüyle bakılmazmış, hisli insan hastalığının forsu büyük.
Hikâyeler bitecek gibi değil, “Beyoğlu Hastalığı”yla bitireyim. Onlu yaşların sonundan yirmili yaşların ortasına kadar yaşadığımız şeyin yüz yıl önceki hali: Karay hemen her gece Beyoğlu’na giderek deli gibi eğlenir, çarmakçur olur, sağa sola bir şeyler ısmarlar, züppelik edermiş. Ertesi gün uyandığı zaman hali dumanmış ama o gece tekrar Beyoğlu’na gitmek istermiş. Bu böyle yıllarca sürmüş, Karay yazı çizi derken yakasını kurtarmış ama eski tanıdıklarından o yaşamı sürdürmeye çalışanlar varmış hâlâ.
Seri devam ediyor, Karay anlattıkça anlatıyor. Süper.
Cevap yaz