Sabahtan Akşama da böyleydi, esaslı Nordik hava, zamanın geçişi ve karakterin zamanın geçişini fark etme biçimi, olay örgüsü usul usul ilerlerken günün sonu. Üçleme biraz daha ilginç, Fosse dışarıdan gelen sesi de metne katıyor ama metnin sonunda, oraya kadar kurmacanın mutlak hakimi olduğunu düşünürsek aslında her şeye şahit olan biri olmasını nereye koyacağımızı bilemeyiz, bilsek karakterlere yakınlığını anlamlandıramayız, en iyisi mutlak hakim olarak bırakmak ama değil, o zaman geçişkenliğe boyun eğmeliyiz çünkü böyle buyurdu Fosse. Anlatıcının salınımı diyelim, karakterlerin anılarını ve hayallerini kendi anlatısından mı doğuruyor, karakterlerin zihinlerinden mi çekip alıyor, kısacası anlatıcı serbest dolaylı anlatımın sınırlarını ne zaman aşıyor da dönüyor geriye, tespit etmeye çalışırken hikâyenin başka değişkenleri giriyor araya da bir allak bullaklık kalıyor geride. Fosse’nin metnini bu yüzden sevdim: Bilişsel süreç metni, üslubu veya, doğrudan etkilediği için aslında karakterlerin zihinlerinden çıkmayız sanki, her zihin bir diğerinin dengi gibi göründüğünde yadırgayacak bir şey de yoktur açıkçası, küçük dünyada küçük bir ailenin üyeleri arasında çok büyük farklar doğmaz, en azından aynı hikâyenin uzantıları söz konusuysa. Doğmaz değil, doğar ama yaşamın o evresi, o hikâye başka türlü düşünmeye yol açmaz belki, mutlak hakim üç bölümde de zaman çizgisini kırıp kırıp parçaları ilginç biçimlerde uç uca eklediği için ilk bölümün atmosferi anlatının tümünü etkisi altına alır, o çaresizliği kurtuluş umudu doğduğu zaman bile, sokaklarda yatıp dilenen anneyle çocuğu kurtulmak üzereyken dahi hissederiz, bir şey pahasına olacaktır o çıkış, gerçek olamayacak kadar rastlantısaldır, düşlere layıktır ki bölüm isimlerine baktığımız zaman o havaya ters bir durumun ortaya çıkacağını anlarız, belki de bu yüzden annenin akli dengesini çalkalanır da kısa süre önce asılan eşinin sesini duyar aklında ama o ne, eşi de her şeyin yoluna gireceğini söylemekte, anneden umuda kapılmasını istemektedir. Burada hassas bir nokta var, karakterlerin açık açık anlatılmayan kişilikleriyle olayların niteliği arasında kurgusal anlamda olumsuz bir çatışma doğabilirdi ama işin hayallere yüklenmesi çıkış yolunu aydınlatıyor hemen, sonuçta annenin hayalindeki eşi bizim gördüğümüz halinden pek ötede olabilir çünkü annenin hayali, kim ne karışır? Hayal veya halüsinasyon, her neyse. Buralardan açık vermiyor Fosse, zamanları da karman çorman hale getirdiği için yine dedektife döndürüyor okurunu, süper. Ben bunu Karadeniz Ereğli’ye giderken okudum iki gün önce, Akçakoca’dan itibaren denize komşu çıkınca karakterleri bir canlandırdım şöyle, Alaplı’ya varasıya her şey yerine oturdu. On küsur yaşlarında iki genç, biri hamile, ev arıyorlar da bulamıyorlar, sonra erkek olanı bir haltlar yiyince kaçmak zorunda kalıyorlar ama gittikleri yerde memleketlerinden bir adam yanaşıyor erkeğe, gerisini ayrı anlatacağım da o deniz olmasa çoktan ikna olmama rağmen davranmayacaktı karakterler cana. Aklımdaki karakterlerdense gördüğüm denizin kıyısındakileri tercih ederim, zaten bu hikâye rahatlıkla Zonguldak’ta geçebilirdi. Zamanında geçmiştir, inanırım. Hikâyeyi anlatacağım ama bir iki şey daha: “Uyanıklık”, “Olav’ın Hayalleri” ve “Gece Yorgunu” nam üç bölüm bir şey imliyor isimleriyle: kaskatı bir gerçekliği takip etmeyeceğimizi, öznel dünyanın nesnel olanla çakışacağını, uykuyla uyanıklığın pek bir fark yaratmayacağını belki. Anlatıcı işimizi hiç kolaylaştırmayacak, orta yerinden alacak sazı. İşte, Asle -erkek- ve Alida -anne ama henüz değil- dolanıyorlar, Bjørgvin -yeni adıyla Bergen, Knausgaard okurlarına selam- huzur vermiyor çünkü kimse bu genç çifte oda kiralamıyor. Asle elindeki kutuda Sigvald Baba’dan miras kalan kemanı taşıyor, iyi bir eğitim alsaydı ailedeki yeteneği arşa çıkarabilirdi ama babasıyla birlikte civardaki düğünlerde çalmaktan öteye gitmiyorlar. Araya sıkıştırayım, Sigvald’ın küçük Asle’ye kemanını devrettiği bir sahne var, babanın oğluna ve ustanın çırağına berat vermesi bu kadar güzel anlatılabilirdi. Havada melodiler uçuşur az, gözler kesişir, birkaç damla yaş görünür, çalacakları düğüne varmadan önce sevgiyi yaşarlar. Bu kadar yoğununu Asle’yle Alida arasında görürüz başka, tanışmaları da bir düğün vesilesiyledir, o kemana çok şey borçludurlar. Vazgeçmeleri de zor olacaktır sonra. Önce bir ev bulsunlar, bulamıyorlar, anlatıcı eşeleyip neden bulamadıklarını sorguluyor, belki nikâhlı olmadıkları için ama nereden bilsin ev sahipleri, genç oldukları için mi o zaman, meteliksiz oldukları mı anlaşılıyor nedir, cevap yok. Asle’nin anasıyla babasının ölümleri, Alida’nın babasının ortadan kaybolmasıyla anasının şirretliği doğdukları meskenden ayrılmalarına yol açmıştır, anlatıcının anlatmayıp sezdirdiğine göre çok daha fazlası vardır ve anlattığına göre Asle birilerini öldürüp yaşamlarını kolaylaştırmaya çalışır, o sırada Asle’nin hiçbir şeyi çakmamasını ya saflığına ya da görmezden gelme isteğine bağlayacağız. Eh, annesi hep ezmiştir Alida’yı, ablası Oline’yi örnek göstere göstere Alida’yı baştan aşağı kinlemiştir, haliyle Asle’nin işlediği cinayete ses çıkarmamış olabilir. Para, keman ve özgürlük, üçü de var ama Sigvald Baba’nın kehaneti mi bahtlarını kapatan, yaşlı adamın dediğine göre kemancının kaderi kötü kaderdir, kemancı uzaklara gitmek zorundadır, sevdiklerinden ayrılmak ve hep başkalarına vermek, başkalarını bütünlemek ama kendini hiç tamamlayamamak, budur kemancı, Asle henüz ayrı düşmediği için bilmez ama hamile eşinden er geç ayrılacağını, onları güvende tutması gerektiğini bildiğinden bir yer arar, başlarını sokacak bir ev. İsimleri değişmiş, Olav ve Åsta artık, Asle’nin işlediği onca suçtan sonra kaçıp yeni bir yerde baştan başlıyorlar. İşleri güçleri yolunda gidiyor bir süre, sonra o adam çıkıyor. Yaşlı, söylediğine göre çiftin geldiği yerden gelmiş ve en önemlisi Asle’nin işlediği suçları biliyor. Şantaja kulak asmıyor Asle, barda tanıştığı bir adamın eşine aldığı bileziği Alida’ya hediye etmek için alıyor ama bir gece civardaki fahişelerden birinin tuzağına düşüyor, fahişe de şans eseri şantajcının kızıymış, kolluk kuvveti gelip Asle’yi yakalıyor ve asıyor. Son anlarında Alida’yı görüyor Asle, çocuğuyla birlikte orada, kalabalığın içinde. “Gece Yorgunu” son bölüm, Alida’nın Asle’den sonra denk geldiği adamla birlikte gittiğini, o adamdan bir çocuğu olduğunu öğreniyoruz. Kaç yıl sonrası artık, çocuk da yaşlanmış, Asle zaten iyice yaşlanmış ama ölmüştür belki de, gerçekle hayal o kadar iç içe geçiyor ki ayırt etmek zorlaşıyor.
Hikâye kabaca bu, esas mevzu anlatım tekniklerinde. Öncelikle karakterleri ansızın geçmişe postalayabilir anlatıcı, sonra aldığı yere bırakır ve herkesin kaldığı yerden devam etmesini ister, dalıp geçmişe giden karakterin şöyle bir afallayıp güncel zamanının bir parçasına dönüşmesini izleriz, keyiflidir. Diyaloglar tuhaftır, karakterlerin kurdukları cümleler alt alta sıralanır genelde, sanki her bir cümleyi başka bir açıdan duymamız istenir ki duyarız, kesintiler söylenen her sözü anlara tıkıştırır da bir araya getirmek bize düşer. Söylenenler tekrar edilir, bir iki kez anlaşılmaz, kitabî konuşmalara değil de yalpalayan, sallanan, aksayan konuşmalara yer verilir, iyidir. Sıralı cümlelerin oluşturduğu paragraflar anlatılan zamanın farklı bir biçimde akmaya başladığını gösterir, diyaloglarda olduğu gibi satır satır gerçekleşen olaylar daha sıkışık, acele bir ilerlemeyi çağrıştırır. Daha da pek çok oyun var metinde, dikkat edersek hikâyelerin nerelerden bağlandıklarını, anlatılma biçimlerinin neden değiştiğini bulabiliriz, kestirebiliriz.
İyi metin, okunası.
Cevap yaz