Wilson denemelerini iki konu başlığında topluyor, ilki doğa. Orman, kuş, ot, yılan var, köpek balıgısı, muhtelif hayvan. İkincisi insan, insanın genetik yapısıyla kültürel birikiminin ilişkisi, görsel ve işitsel ağırlıklı bir tür olarak dünyayı bu iki duyunun baskınlığıyla anlamaya çalışmamızın sonuçları, gezegeni daha ne kadar mahvedebileceğimiz ve dünyayı mahvetmekten vazgeçmemizi sağlayacak sebepler, tabii vazgeçersek. İkinci başlıktaki mevzular daha ilginç ama sırayla. “Ejder” bize biyolojiyle kültürün iç içeliğini gösteriyor, yılanların ne kadar korkunç varlıklar olduğuna dair atalarımızın kodladığı verilere hâlâ sahibiz, fobi geliştirebiliyorsak başımıza büyük işler açmış demektir. İmgesi yeter, bir anda belirip kaybolan varlığa karşı korku ve hayret geliştiririz, kanat takarız veya takmayız ama boyutunu arşa çıkarırız, olur ejderha. Ayartıcı ve haindir, büyülüdür muhakkak, çekicidir. Wilson “biyofili”den bahsediyor, bir canlı ne kadar tehlikeli olursa olsun başka bir canlıyla iletişim kurmaya meyilli, insanın biyofilik eğilimleri ejdere korkuyla karışık saygı duymamıza yol açıyor. Amerikalılarla Zuluların temel imgelere dayanan rüyalarda yılan görmeleri olası, dünyanın her yerinde benzer rüyalar görülmüştür, farklı inanışlarda yılan tanrılar vardır. “Zihin yılan karşısında duygusal bir tepki verecek şekilde kurgulanmıştır; yılanlardan sadece korkacak şekilde değil, heyecan duyacak, ayrıntılarına dalacak, etraflarında hikâyeler kuracak şekilde.” (s. 17) Hangi kitapta okuduğumu hatırlamıyorum, bu hikâyelerin toplumsal eğitim vasıtasıyla da gelecek nesillere aktarıldığı söyleniyordu, yani dinlediğimiz bir hikâyedeki konuşan yılanın dalavere çevireceğini öngörebiliriz ve yılanların topundan uzak durmamız gerektiğini anlarız. Maymunlar üzerinde yapılan bir deneyde yılanlarla hiç karşılaşmamış, laboratuvardan hiç çıkmamış maymunların biraz daha zayıf olmakla birlikte doğadaki türdeşleriyle aynı tepkiyi verdikleri gözlenmiş, kaçınıyorlar. Beş milyon yıl önce aynı ataya sahiptik, mirasımız sağlam duruyor. “Öyleyse doğa unsurlarının kültür simgelerine dönüşme süreci şöyle olmalı. Yüz binlerce yıl, yani gerekli genetik değişikliklerin beyinde oluşmasına yetecek bir süre, zehirli yılanlar insanoğlu için önemli bir yaralanma ve ölüm kaynağı olmuştur. Bu tehlikeye verilen tepki, örneğin deneme yanılma yoluyla zehirli olduğu anlaşılan bazı böğürtlenlerden kaçınılması gibi, sadece kaçınmak şeklinde olmamıştır. İnsanlar aynı zamanda insan olmayan primatlara özgü bir korku ve hastalıklı bir hayranlık karışımı sergilemektedir. Çocukluğun başlarında bu korkuyu edinme eğilimi ve zamanla korkunun artması kalıtsaldır, en yakın soykökensel akrabalarımız olan şempanzeler gibi. Demek ki zihin, sadece insana has bazı eklemelerde bulunmaktadır. Kültürü zenginleştirmek için hislerden beslenmektedir. Ejderin aniden rüyalarda belirme eğilimi, yılankavi şekli, gücü ve gizemi efsane ve dinin doğal bileşenleridir.” (s. 32) Freudcu olgular bu seyrin üzerine kurulmuştur, tersi söz konusu değil. Zeus’un erken formları arasındaki Meilichios, Güney Amerika’da Quetzalcoatl, Sibirya’da mamut dişlerine oyulmuş ejderler bilinmeyenin korkusunu gösterdiği gibi özel güçlerin çekiciliğine de işaret eder, örneğin bazı inanışlarda yılan derisini lüferle dövüp derinin üzerine oturmak ağrıyı sızıyı dindirebilir. Bunu şu an uydurdum ama çok mühim bir noktaya işaret ediyor: temel eğilimlerimiz, inançlarımız ve düşünme biçimimiz yoğrularak kültürümüzün temellerini oluşturmuştur. İkinci bölümdeki meseleyi anlamak için bu yapıya aşina olmak lazım. Köpekbalığından devam, bunların çok küçük olanları denizaltılara saldırarak sonarı monarı mahvediyormuş, çok büyükleri de hüp diye çektikleri balıklarla besleniyormuş. İnsanlara genellikle saldırmıyorlar, fokla karıştırmadıkları zaman. “Dev bir balıktan bir kerede şunlar çıkmıştır: üç palto, bir yağmurluk, bir ehliyet, bir inek toynağı, iki geyik boynuzu, on iki hazmedilmemiş istakoz, içinde tüyler ve kemikler olan bir tavuk kümesi. Arada bir yüzücüler de kim vurduya gitmektedir ama gerçekten de bunda şahıslarına yönelik bir şey yoktur.” (s. 42) Karıncalar ne kadar anlatılsa az, iki bilgi verip geçeceğim: Brezilya Amazon’unun ortalarındaki bir bölgede yaşayan karıncalarla termitleri toplarsak gezegendeki toplam biyokütlenin dörtte birinden fazlasını elde ediyoruz, bir de Wilson’la Thomas Eisner’ın yaptıkları deney süper, siyah karınca kolonisinde işçilerin getirdiği suyun kolonideki herkese eşit ölçüde dağıtıldığını bulmuşlar. Bütün ülkelerin karıncaları, birleşin!
İnsanın doğasına gelmeden önce birkaç eylemin sosyobiyolojik önemini inceliyor Wilson, insanı da ilgilendiren işler. Özgecilik -tabii hayvanca halini anlamalıyız bunun- ilginç, bir kuşsak yırtıcılara yerimizi belli etme pahasına ses çıkararak sürüyü uyarıyoruz, karıncaysak suyumuzu paylaşıyoruz, böyle gidiyor. Darwinci doğal seçilime göre kendini feda eden kahramanların genleri aktarılmadığı için bencil genler artıyorsa da kamikazeler kolonilerini veya sürülerini koruyor diyelim, doğurgan kız ve erkek kardeşler sayesinde özgecilik o kanaldan yürümeye devam ediyor. İnsan için akrabalık bağlarının önemi burada ortaya çıkıyor, aile için her şeyi yapma güdüsü. “İnsanın toplumsal evriminin genetik olmaktan çok kültürel olduğu açıktır. Yine de sosyobiyologlar, hemen hemen bütün insan toplumlarında kuvvetle kendini gösteren bu hissin genler aracılığıyla evrimleştiğini düşünmektedirler. Bu varsayım toplumlar arasındaki farklılıkların sebebini açıklayamasa da insanların diğer memelilerden neden farklı olduğunu ve dar bir açıdan bakıldığında neden toplumsal böceklere daha çok benzediğini açıklayabilir.” (s. 92) Genetiğimiz müthiş bir iş becererek belli çevrelerde belli davranışları geliştirme kapasitemizi belirliyor, dünyanın farklı yerlerinde farklı davranışların gelişmesi daha muhtemeldi ki evrim sürecimizin yanında pek önemi olmasa da bir süredir belli bir yere çakılıp kalmak zorunda değiliz, haliyle bazı yerlerde bazı davranışları geliştirmenin potansiyelini taşısak da kullanmıyoruz artık. Genetik aktarım işini yapıyor da kültürel aktarımın niteliği değişiyor, bu değişim genlerimizi de etkileyerek geribesleme yoluyla evrimimizi sürdürüyor. Genetik evrimin kültürel evrimi nasıl etkilediğine bakalım, kullandığımız kelimelerin üçte ikisi ila dörtte üçü işitme ve görmeyi tanımlarken onda biri hatta daha azı koku ve tadı tanımlıyormuş, evrimimiz görme ve işitme duyularımızı beslerken kültürü de biçimlendiriyor, aynı kültürün içinden binlerce nesil geçip gidiyor, sonuçta semantik belleğimiz bu ikili yapı vasıtasıyla gruplama, sıralama işlemlerini yerine getiriyor. “Kültürel evrim, davranışın ve eserlerin dışsal fenotiplerinin, temel üretimsel yapılarının semantik belleğe eklenme ve orada birleşme yoluyla yer değiştirmesidir. Kültürün bileşik yapıları semantik düğümlerden kaynaklanır.” (s. 125) Psikolojide “hazırlıklı” ve “karşı hazırlıklı” olarak öğrenmeye dair veriler fobilerde ortaya çıkıyor mesela, bomba veya otomobil fobi oluşturmuyor da örümcek, yükseklik, dar ortam falan oluşturuyor, merkezi sinir sistemini şak diye uyaran tehlikelere karşı milyon yıldır tetikteyiz. Korkunun mantıksız olması önemli değil, ölmektense mantıksız olmak iyidir.
Yol ayrımına da geldik yavaş yavaş, biyofilimizi beslemek için gidecek orman, görecek ağaç falan kalmayınca bunca nesillik birikim ziyan mı olacak, ne olacak insan? Kaybolan türlerin insan için büyük tehlike olduğunu söylüyor Wilson, müthiş bir zenginliğe doğduğumuz halde elimizde betondan başka bir şey kalmadı, kısacası kültürel evrimin korkunç biçimde ağır bastığı zamanlarda yaşıyoruz ve genetiğimizin bundan nasıl etkileneceğini bilmiyoruz desem doğru olmayacak, geçenlerde bir haber vardı, anne sütünde plastik ilk kez tespit edilmiş galiba, İtalya’da mıydı neydi. Bir genin değişime uğraması için yaklaşık üç yüz yıl gerekiyormuş da bu kadar hızlı bir çağda bedenimiz, nesillerce beden de bir şaşırmıştır, nereye gideceğini bilemiyordur bence. Göreceğiz.
Wilson geçtiğimiz yıl hayatını kaybetti, Türkçeye çevrilmiş dört metni var. Okunsa ne güzel.
Cevap yaz