Kitabın üçte biri Yesari’ye ve malum metnine ayrıldığı için bahsetmek şart, gerçi ayrılmamış olsaydı da bahsetmek lazımdı çünkü Mahmut Yesari edebiyatımızın yazı makinelerinden biri, keyif ehli ayrıca, ortamların aranan adamı. Su Sinekleri‘ni Kırmızı Kedi basmıştı, 1930’ların sinema düşkünü gençleriyle ve gençlerin uçarılıklarıyla dolu, didaktik bir metin. “Sanata sepete pek düşmeyelim, hayaller iyidir ama okuyup adam olalım, yuva kuralım” mesajını dönemin gençleri aldıysa Yesari amacına ulaşmış demektir. “Su Sinekleri adlı romanını yazmak için Kadıköy’de yaşayan, sinema meraklısı genç kızlarla ve erkeklerle haftalarca dolaşır, kürek çeker. Son iki senenin Fransızca sinema dergilerini okur.” (s. 10) Yesari’nin başka bir metnini, Yakacık Mektupları‘nı Vacilando bastı, henüz okumadım, o da pek şenliklidir diye tahmin ediyorum. Buruk şenlik, Yesari tedavi olmaya gidiyor ve istirahat ederken bile yazıyor. Hayatını kaybettiği yere bir anda geldik, Nükhet Eren’in yazdığı yazısını özetleyip baştan: 1895’te, ailesinin Emirgan’da misafir olarak bulunduğu evde doğan Yesari’nin kaderi bellidir, evden eve, pansiyondan pansiyona yaşayıp üç kuruşla geçinmeye çalışacaktır, kalemini işler tutup yazı üzerine yazı patlatacaktır. Okumaya niyetlidir gerçi, Güzel Sanatlar Okulu’na girer ama savaş patlayınca Çanakkale’ye gönderilir, terhis edildikten sonra okula dönmez, dergilere karikatür çizmeye başlar, 1920’lerde oyun ve tiyatro eleştirileri yazar. Oğlu Afif Yesari -onun da babasının coşkunluğunu taşıyan metinleri var, keşke tekrar basılsa- 1922’de, Bahariye Caddesi üzerindeki on bir odalı bir konakta -şunları gösteren bir kaynak vardır mutlaka, mesela Nâzım Hikmet’in de yaşadığı bir ev var oralarda, hatta geçende Büyükada’da dolanırken hayli yaşlı iki adamın muhabbetine denk geldim, biri önünden geçtiğimiz bir konağın Ahmet Haşim’e ait olduğunu söyledi de hangisi, kaynakları bulmalı ve bu ara cümleyi bitirmeli artık, bu neçe ara cümle- doğar, kitapların içine. 1923’te Reşat Nuri Güntekin’le birlikte dergi çıkarır Mahmut Yesari, 1925’te ünlenir ve romana daha çok yönelir çünkü romanı tutmuştur nihayet, devir roman devridir, öykülük bir hız ufukta görünüyorsa da o sıralar mevcut değildir. Evlenir, boşanır, tekrar evlenip boşanır ve en son Cahit Uçuk’la evlenir Yesari, birlikte dergi çıkarırlar. Sonra hastalığı sebebiyle Yakacık’a gider işte, denk geldiği insanları ve yaşadığı olayları anlatır ki metinlerinin çoğunda işçisi patronu, kızı erkeği bin tane insan cirit atar, toplumun her kesimini hikâyelerine almıştır Yesari. Bu metninin özelliği 1924’te Yunanistan’a gönderilen Karamanlıları içermesi, dillerinin yerelliğiyle birlikte. 1923’te Yesarizade Mahmut Esat imzasıyla çıkan metin, okur mektuplarından anlaşıldığı kadarıyla epey ilgi görmüş, sonradan unutulmuş. Karamanlı azınlıklar da unutulmuş, romanı hayatın aynası sayan Yesari olmasa nereden bilecektik. Nükhet Eren’e verdiği bilgiler için teşekkürler, tabii metni yayıma hazırlayan Stefo Benlisoy’a da. “Yitip Gitmiş Bir Dünya: Türkdil Anadolulu Ortodokslar” başlıklı yazısından çarpacağım buradan sonrasını: “20. yüzyılın ikinci on yılında geçtiğini varsayabileceğimiz hikâyenin kahramanları, anadilleri yerel Kayseri ağzını kullanan Türdil (Türkofon) Anadolulu Ortodokslar, nam-ı diğer ‘Karamanlılar’dır.” (s. 25) Kayseri civarında yaşayan Ortodoks Hıristiyanların gözünden hem Anadolu’yu hem de İstanbul’un şenlenen, kozmopolitleşen ortamını görebiliyoruz. Anadolu tarafında seksen bir Ortodoks cemaat var, kırk dokuzu Türkçe konuşuyor ve Türkçeyi Yunan harfleriyle yazıyor. Özellikle 19. yüzyıldan itibaren İstanbul’a göçerek Unkapanı, Sirkeci ve Galata civarında çalışıyor, Yedikule, Samatya ve Cibali gibi semtlere yerleşiyor Karamanlılar, memleketlerinde ne iş tutmuşlarsa İstanbul’da aynı işi sürdürmeye çalışıyorlar, loncalar ve cemiyetler vasıtasıyla birliklerini tekrar sağlıyorlar. Tanzimat’tan sonra gündeme gelen eşitlik talebinin temelinde bu göç hareketi sonucu İstanbul’da kümeleşmiş grupların etkisi büyük, Anadolu’dan gelenler kentli değer ve davranış kodlarını hemen benimseyerek cemaati güçlendiriyorlar. İki türlü dışlama itkisi var, ilkinde Anadolu’nun kente insan kaptırmama çabası bariz. Büyük şehirde insanın bozulacağından, özünü unutacağından korkuluyor, bu yüzden göç etmeye kalkanlar aşağılanabiliyor ki bu kaygının ortak olduğunu söyleyebiliriz, Türkler de biri göçmeye karar verdiğinde “şeerli” olacağı için sağlam giydirmeye başlıyor romanlarda. İkincisi de şehirde karşılaşılan aşağılanma, Karamanlılara “kalın kafalı” dendiği kesin. Ahmet Midhat Efendi gibi pek çok yazar bu tipi yaygınlaştırdığı için şehirde görülen her göçmen sırtında bir hedef tahtasıyla dolaşıyor dense yeri. Zamanla Karamanlılık Türkleşmiş, Nöri Gandar örneğinde olduğu gibi komiklikten ibaret kılınmış. Yesari bu değişimin öncesindeki hali anlatıyor, hikâyenin alımlı tarafı Benlisoy’un aktardığı sosyal dinamiklerin incelenmesi.
Hacıoğlu Ağapiyadi’ye İstanbul’dan mektup gelir bir gün, dayısı Çakıroğlu Yuvanaki borsada servetini kaybetmiş, yardım istemektedir. Aslında otuz yıl önce göçüp İstanbul’da mahalle bakkalı olduğu zaman işleri hayli hayli yolunda gitmiş, Ağapiyadi’de memleketten şehre göçme fikrini uyandırmıştır da borsa çiğ çiğ yemiştir adamı. Ağapiyadi gidecek paracıklarına üzüldükten sonra dayısının şehirde bozulmuş diline kızar, kırk yıllık “basdırma” otuz yıldan sonra “pastırma” olmuştur, demek ki şehrin öyle yabancılaştırıcı bir etkisi de vardır. Ne olursa olsun İstanbul’a gidecektir kaçarsız, varı yoğu satıp Kayseri’den ayrılacaktır da kime satacaktır evi barkı? Aracı Kiryako’ya haber uçurur, malları elden çıkarmak istediğini söyler ama bir şartla: Gara Eftimoğlu’na bir çöp saman bile satılmayacaktır. Nemesis Eftimoğlu ile Ağapiyadi’nin ailelerinin arasında akrabalık bağları da vardır ama zamanında birileri yamuk yapmıştır da diğerleri öç almıştır, düşmanlık uzun sürer. Birbirlerini iflas ettirmeye çalışırlar, gücü yeten kendisinin de batması pahasına karşısındakini batıracaktır, o derece. Nedir, Ağapiyadi nihayetinde iyice zor duruma düşer ve malını değerinin çok altında satmak zorunda kalır Eftimoğlu’na, lakin sattığı fiyattan geri alacağına da yemin eder, basıp gider İstanbul’a. Tam bu noktada dipnot var, “Bir izah” diye başlıyor, Mahmut Yesari isim benzerliklerine dair mektuplar aldığını, romandaki karakterlerin tamamen hayal ürünü olduğunu, kimseyi kastetmediğini söylüyor. İşkillenme olasılığı nedir, üfürme isimler o göçenlerden birilerinin isimlerine benzediği için arıza çıkaracak kadar çok göç var demek ki. Neyse, İlk savaşı Eftimoğlu kazanmış gibi görünüyor da Ağapiyadi tam çakal, uzun sürede işi gücü yoluna koyup iyi kazanmaya başlıyor ve Eftimoğlu’yla arayı düzeltme çabalarına girişiyor. Şehri güzelleyerek adamı bataklığa çekecek, Eftimoğlu da borç harç aldığı malları elinde tutmakta zorlandığı için şehre göçmeye teşne. Evlendiğini söyledikten sonra eşinin bir fotoğrafını gönderiyor Ağapiyadi, Eftimoğlu’nun aklı gidiyor çünkü kadın çok güzel ve şehirli, modern yani. Kolu bacağı açıkta, öyleyse hemen şehre göçmeli Eftimoğlu, dost gibi duran düşmanının eşini çalmalı. Önce dostluk, arkadaşlık, sonra Ağapiyadi’nin eşi Katina’nın yakınlığı derken başı dönüyor Eftimoğlu’nun, kadına giderek daha çok tutuluyor. Katina’nın önce eşini kalın kafalılıkla suçlaması, sonra Eftimoğlu’nu baştan çıkarması planı tıkır tıkır işletiyor, Eftimoğlu iyice tava gelince borcu harcı kapatmak istiyor ve satın aldığı malları aynı fiyattan geri satıyor Ağapiyadi’ye, böylece Katina’yla birlikte arazi olabilecekler. Son darbe Ağapiyadi’den geliyor, birlikte Galata’dan Pera’ya yürüyorlar, her meyhaneye girip çıkarak eğlence, sonra Ağa Camii’nin oradan bir ara sokağa sapıyorlar ve malum yerlerden birine geliyorlar. Dümen ortaya çıkınca Eftimoğlu artık kalp krizi mi geçirmiştir, kafa üstü yere mi atlamıştır bilmiyoruz, Ağapiyadi son sözü söyledikten sonra hikâye dan diye bitiyor. Biz metnin hangi açıdan değerli olduğunu bildiğimiz için dert değil. İyi metinlerin peşindeyiz, bazı açılardan vasat olsa da kıymetli metinlerin de peşindeyiz.
Cevap yaz