Bütünler ayrıştıkça parçalar gelir, tekrar bütün olamayacağına gelir ki uymazsa da bir parça diğerine, bir acının tül ardı gelir. Erimiştir, uçları sığışmaz o bolluğa, zaten sığmamaca bolarmıştır. Yine de. Bir salona eşyalar itelemiştim diyelim, kanepe vardı, arkasında masa, önünde bir masa var mıydı? Duvarda neyin üzerinde bir televizyon, başka bir duvarın önünde adını hatırlamadığım bir eşya var diye o duvarın önünde hatırlamadığım bir eşya var çünkü adı çok şeydi, her şeyiydi onun, şimdi sadece rengi var. Bazı eşyaların rengi, bazılarının adı, bazılarının biçimi, bazılarının kokusu, unutulandan bir duyu şenliği kaldı ama yarım, biçimsiz, uzamda bir leke. Diyorum çünkü bir anımsama çabasına mı denk geliyorum, unutma mı, bir kırığı ansak onu genişletir miyiz yoksa kapatır mıyız, birilerinin ilkini savunduğu yazılar kadar başkalarının ikincisini savunduğu yazılar var. Hiçbir şey bilmiyoruz, bilmek için anmıyoruz, bir şey olsuna kudretimiz var diye her şey. “Bir Kıza Söylenmemiş Birkaç Söz” şenlikler içinde kalan bir yüreğin coşumuyla başlıyor, anlatıcıya sevinç bile yetmiyor çünkü bir ürkek kuş kıpırdıyor o anlattıkça, yitirmenin korkusunu sevinçten çekip çıkarmak ne kadar zorsa bu öyküyle o kadar kolay. Erkek çocuk gibi bir şeymiş, babası saçlarını kısacık kestirirmiş, silah attırırmış, kuşları severmiş, anlatıcı dinliyor ve arada korkularını kalın kalın yazıyor. Son umut o sevdicek, belki bunları es geçmek öyküye haksızlık ama esas acı söylenmemişte, acısının dile getirilmiş yaldızında değil anlatıcının. Hiçbir hikâyeyi dinlemek için o kadar hazır değilizdir, “o”nun hikâyesini dinlemenin kısacık kıldığı o mesafeyi de aşmaya çalışmaksa arsızlıktır artık, anlatıcı korkularını dile getirmeye başladığı an ilişkinin meşru zeminini sarsmaya başlar. Bu daha sonra, ilk öyküde falsolu bir yakınlık kurulacakken kurulamıyor, anlatıcı öpmeye yelteniyor da karşılık bulmuyor, babasının “hanım kızım” demesinin hayalini uzaklaştırıyor kulağından. Yenilgi ânı: “Sanki bir yerlerde akşam oluyor. Sanki soba yanıyor değil artık. Belki saydam bir şey kırılıyor aramızda.” (s. 3) Yanıyor değil, yeltenene kadar yanıyordu ve değilliği ayrıyeten belirtmek, olumsuzluk ekine sıkıştırılamayacak kadar büyük bir hayal kırıklığını ancak başlı başına bir sözcükle anlatmak gerekirdi. Tosuner’i usta bellememin sebebi, tek cümlede. Acımaya, bedensel sıkıntılara dair sıkışık, arada derede malumat yabancı değil, 1972 tarihli öykülerde sıklıkla rastladığımız, Tosuner’in diğer metinlerinde de rastladığımız, hasılı tüm metinlerini boydan boya dolanan, bir izlekmişçesine takip edilebilen özellik. “Dirheme Vur Umudu” ilk öyküdeki korkunun biraz daha yoğunu, kapının çalmamasıyla somutlanmış biçimi. Kış geçer, sevgili aramaz, uzunca bir süreden sonra buluştukları zaman özlemini, dargınlığını, küsüşünü, daha nelerini söyler anlatıcı da umursanmaz mıdır nedir, o kadar değildir de bir avutulmaz, o avutulmama da ikinci kırıktır. “Cici-Kaka” sondur artık, sevgili aynı mıdır bilmem ama vefasızlık öyledir, anlatıcının ailesiyle tanıştıktan sonra bırakıp gider sevgili, oysa pek de sevdirmiştir kendini. Öykünün bundan ibaret olmayışı bir başka ustalıktır, anlatıcının babasıyla konuşmalarından çıkarılan matrak bölümler sevgilinin ziyaretinde hatırlanır, konuşulur, gülüşülür, güneşli gün ansızın buz soğuğuna tutulunca -başka bir gündür, zamanın nasıl geçtiğini anlamayız öyküyü okurken- şekerli kahveler tekrar içilir, bu kez kız yok yanlarında, o boşluğu kahveyle kapama telaşı. “Hırsızlama görülen” bir yazlık sinema, alçıyatak, kaskatı bir yaşam. Gönül su tutmaz mı artık, anlatıcının hayal kırıklığına bakarak kalbinin büyüklüğünü çıkarabilirsek yamayı da görürüz. Kaçırır da saçmaz.
Başka parçalar gelir, Tosuner’in öykülerinde kırsalın izleri görünür bu kez, üstelik daha ilmeklidir bu öyküler. Daha iyi hatırlanmış değil, daha berrak belki. Ekonomik baskı açık olduğundan. “Günün Atacağı” sakat kalan fukarayla ailesinin göçemeyişlerinin öyküsü. Akrabalar göçer, köy göçer de haber vermez, satılamayan toprak elde kalır, fukaranın hürmetine mi beşibiryerdeyi satsın Kader de göçsünler kente, diğerlerinin peşinden kent kadar büyük bir köye. “Wanted” bağlanacak buraya, önce patlayan bombanın ötesine bakmalı. “Moskova’ya!” haykırışlarının arasına filmlerden sahneler karışır zira çekilen silahlar, patlayan bombalar filmlerdekinden aşağı kalmaz, herkes sağa sola kaçışırken arkadaşını geride bırakıp eli silahlılardan kurtulur, geçmişi anarak ve yarasına mendil basarak koşar. Kadavrayı ilk kez gördüğünde. Bazı işlere karışmamasını söyleyen kızı düşün. Pencereden gaz lambası ışığı. Yoksulluk, kenar mahalle, tıp öğrencisi bir genç, anarşist, gavur. “Sisli”de evin yapılma hikâyesi var, uzun uzun okumak isteyenler Kemal Ateş’in gecekondusu bol metinlerine bakarlar. Mahallede ne oluyorsa işte, büyükler artık kavga etmiyorlar da kahvede tavla oynuyorlar, küçükler: “Soğuktu ve hemen de karanlık olurdu. Elim sende yapar, evlere kaçışırdık. Elleri bende kalırdı. Hep bende kalırdı.” (s. 49) Var mı lüzum, kamburdur anlatıcı. Dayı kızı Emel’e tutuk mudur, kesik midir nedir, birlikte büyürlerken bal şeker de kamburundan bahsedince, biraz da kabaca, anlatıcı patlar ve kızı altına alır, bir dünya olay. Sonra abisi gelir eve, kan revan. Şaşırırlar, annesi ne yaptığını sorar oğluna, sonra babası kaçmasına müsaade etmez ve eve gelenlere engel olmaz. Demir takarlar ellere, doktor çıkacak abi götürülür. Sisli bir gece. Kitabın adı. Asacaklar işte, sonu bekliyoruz, anlatıcı bu kez abi: “Uyandırdılar. Onun içeri girişiyle başlıyordu tören. Artık sorgular.. sorgular.. sorgular ve duruşmalar ve ara kararları ve karar vermeleri ve karar bozmaları ve ölüm oruçları ve aranan gazete başlıkları ve soru işaretleri ve uykusuz kapanışı gecelerin ve.. bitiyordu artık. Yaşayabileceğimiz umudunu söktük içimizden.” (s. 61)
Almanya fragmanları, küçük insanlar/çocuklar, nasıl ayırt edilebiliyorsa bunlar. “Su, Hava ve Güneş Işığı Adı Olarak: Inge” bir gerçek bir hayali bir de “hayali”, ilk ikisini oynatan/anlatan. Nasıl ayırt. Franziska küçük ama çocuk olan, bir kahvede oturuyorlar da güzellikler oluyor, küçük sevinçler doğuyor, basit davranışlardan neler doğmuyor, mesela bir kahve geliyor masaya da gün mü aydınlanıyor, pencereden görülmeyenlere özeniyorlar da çiçek mi oluyorlar, bir şeyler oluyor o ara. Hayal figür lazım: Inge, onca uzaktan gelen, Ankara’ya kaç tren rayı uzakta olduğunu düşündürecek kadar yakın anlatıcıya. Tren sesi oraya ulaşamaz, gar o an gökyüzündeki bulutların görebileceği kadar yakın değildir, aynı gökyüzüne bakmaz Ankara’dakiyle Almanya’daki. Öyle değil, o kadar değil. “İstiyordum ki, adı Inge olsundu. Ankara’nın bir memur sokağını çeksin alsındı içimden.” (s. 70) “İsa, Monika ve Ben” eski çağlardan bir çocuğun çiziminden doğmuştur, anlatıcının istediği hikâyeyi taşır da bu hikâyeyi yıllar sonrasından da biliyor muyuz, hani şu deniz kenarındaki otacı mı, şaman mı, sevdiği kız oralardan gider ve geri geldiğinde âşık olduğu adamın ölümüne beş vardır, anlatıcıdan yardım ister. Bu öyküde de istiyor ve anlatıcı yine yardım ediyor, canının yarısını alanı kurtarıyor. Bunu diyorum, gözüm odamdaki Osmanlıca metne takılıyor. Aslıhan’ın üst katından almıştım, Gezegen’den. “Fedâkârlık ya hu!” Beri yanda kendi gerçekliğinden kopmayan anlatıcının hikâyeyi kurduğu esna, gerçekliğin yonguları, bir dalganın sesi İsa’nın dirilttiği insanı mı kurar acaba? Hayal şimdiden esirgediğimiz bir şey.
Tosuner’e her dönüş bir arınma, sadelik çağrısı.
Cevap yaz