Mikro tarihin önde gelen araştırmacılarından, “geniş ölçekli tarihsel çalışmaların bakış açısı dışında bırakılmış olay ve inanışların tarih olarak kurulup bilgi alanımıza dahil edilebilmesine ağırlık veren çalışma tarzının önde gelen uygulayıcılarından” Ginzburg’un bu müstesna eserindeki makaleler, şeylerin tarih boyunca değişen anlamlarını irdelemekte, kavramların Antik Yunan’dan günümüze dek geçirdiği değişimlere odaklanmakta, Hıristiyanlıkla Yahudilik arasındaki çatışmaların izlerini tarihî kaynaklardan derlemekte ve benim gibi meraklı ama alanın amatöründen daha amatör okurun beynini havaya uçurmaktadır. Putlarla dinî imgelerin ayrışmasına dair temeli Aristoteles’in metinlerinde, şeylerin gerçekliğine dair fikirlerinde tespit etmek, ikonaların içeriklerine vardırmak mevzuyu, ilahîyi temsil eden nesnenin kabul edilebilirliğinin seyrini göstermek. Mesafelerin zaman içinde aşılıp aşılamadığını, morfolojiyle tarih arasındaki uzaklığı belirlemek yani. Ginzburg’un metin metin ilerlediği bir araştırma. “Yadırgatma”yla başlıyor, edebi bir tekniğin tarihöncesindeki kaynağının aranışı. Biçimcilerden Şklovski’nin 1922’de Roman Jakobson’a yazdığı bir mektupta “hayatın yapılışı”ndan bahsediyor, montaj sonucu ortaya çıkan yapı o kadar otomatiktir ki bilinçdışına sirayet eder, hayat yavaş yavaş tekdüzeleşir ve yaşam hiçliğe karışır. Sanat bu noktada yadırgatma, alışkanlıkları kırma işleviyle ortaya çıkar, Şklovski’ye göre Tolstoy’un “Holstomer” nam hikâyesinde atın bakış açısıyla gördüğümüz dünya aynılığı kırar. Ginzburg’a göre tarihsel perspektifi gözardı etmek Rus biçimcilerinin tipik bir özelliğidir ve sanatın bir teknik olarak ele alınabileceği yönündeki kanaatlerini güçlendirmiştir, oysa “yadırgatma” kavramını Marcus Aurelius’un metinlerinde, ondan da önce Stoacı yöntemde buluruz ilk: Erdem dışında her şeyi parçalarına ayırarak çözümlemek ve bu yöntemi yaşamın bütününe uygulamak iyidir, şeylerin kesin algısına ulaşmak için niteliklerinin zıtlarına veya biçimlerine odaklanmak da iyidir, örneğin önümüze konan nefis yiyecekleri domuz leşleriyle, şarabı üzüm suyuyla, çiftleşmeyi bir organdan fışkıran sıvıyla birlikte düşünmek bize şeyleri çıplak halleriyle gösterir, alışkanlıklarımızdan kurtarır ve onları birer bilmeceye indirger. Bu tür bir idrak, Aurelius’u bilen sonraki kuşaklarda iktidar eleştirisi olarak ortaya çıkar, Yeni Dünya’yı fetheden İmparator V. Charles’a hitaben verdiği vaazda Antonio de Guevara resmî söylemi tersten okur, “soylu vahşi” tipini ortaya çıkararak emperyal zulmü bombalar. Vahşilerin prense, senatöre, orduya ihtiyaçları yoktur çünkü yönetilmeyi bilmezler, savaşacak bir düşman edinmemişlerdir, her ne kadar Aurelius’un metni diye uydurma bir metni piyasaya sürse de tüm çağların despotlarına karşı, Aurelius’un dilinin pek de uzağına düşmeden konuşur Guevara. Kendi çağının bilmece üslubunu yadırgatmayla, muktedirleri hayvana benzetme tekniğiyle birleştirir, nice lord ve baron üvez ağacını kemiren karıncalara, nice prens eşek kıçı suratlı gergedana benzetilmiştir. Bu sonuncuyu ben uydurdum ama neden olmasın: “Bu tür hayvan benzetmeleri kralın otoritesini önemsizleştirme eğilimini ifade eder — Bahtin’in Rönesans’ın halk kültürünü anlatan büyük eserinde derinlemesine incelediği bir temadır bu. Öznel bir bakış açısından, hayvanın masumiyeti toplumsal ilişkilerin gizli gerçeğinin üzerindeki örtüyü kaldırır, Şklovski’nin incelediği Tolstoy’un “Holstomer” hikâyesindeki atın yaptığı gibi.” (s. 26) Berrak gerçeklik, kültürel farklar: Montaigne bu çizgiyi sürdürerek Brezilya yerlilerinin şaşkınlıklarını anlatmıştır, bazı insanların bolluk içinde şişerken “yarım insanlar”ın neden çıngar çıkarmadıklarını ve şişkinlerin evlerini ateşe vermediklerini sorgular. Voltaire konuya mütevazı bir katkı yaparak Amerika ve Afrika halklarının özgür olduklarını, Avrupalı vahşilerinse özgürlüğün ne anlama geldiğini bilmediklerini söyler, böylece Tolstoy’u da etkiler ve alışkanlıkları kırmayı, meşru olanın meşruiyetini her düzeyde sorgulamayı öğretir adeta. Ginzburg çemberi böylece tamamlar ama Proust’un konuya katkısını da ekler: Ressam Elstir’in sanat algısı “yanlış imgelerden kurtulmak için doğru nedensel ilkeleri araştırma çabası”ndan, Stoacılıkla başlayıp Tolstoy’a varan hattan farklıdır. “Birkaç yıl öncesinde, Şklovski’den bağımsız olmakla beraber benzer bir bakış açısına ulaşan Proust, yeni sanatsal deneylerin görevinin, temsilin önceden belirlenmiş formüllerine direnmek ve onları etkisiz hale getirmek olduğunu ileri sürmüştür.” (s. 35) Önce sonucu göstermek, şaşırtıcı yanılsamayı belirlemek, sonra sebepleri çıkarsamak, tümdengelim. Dostoyevski’nin bir hayatı anlatmasına benzetir bunu Proust’un anlatıcısı, yavaş yavaş düzelterek tasvir.
Sekiz makale var metinde, ben ikincisini de anlatıp bitireceğim çünkü okurken “Aha! Aha!” deyip durdum, bir dünya not çıkardım da anlatırken Ginzburg’un işlekliğine azıcık olsun yaklaşamadım, toparlayamadım onca şeyi. Neyse, “Mit”. Sözcüklerin zaman içinde değişen anlamları malum, “felsefe” günümüzde aşağı yukarı aynı anlamı taşısa da “mit” hatırı sayılır yolları aşıp da gelmiştir, terim olarak büyük badireler atlatmış ve var olmadığı bile söylenmiştir, belki mitolojiden söz edilebilir ama mit ve mit düşüncesi bile apayrı iki alanda incelenebilirken ahvali nedir bu kavramın? Platon şairleri uydurma mitler anlattıkları için sürer Devlet’inden, aslında mitlere doğrulukları ölçüsünde değer verir ama ideal olanda uydurma hikâyelere yer yoktur. Sofistler mitleri bir dizi doğal ve gündelik duruma indirgeyerek yorumlamak isterler ama Platon reddeder bu fikri, Kentaur ve Khimaira gibi varlıkları değersiz bulur. Daha ileri bir aşamada Halikarnassoslu Dionysios’a göre Thukydides -ilk “gerçek” tarihçi- mitsel zırvalara yer vermeyerek önceki sahtekârlardan ayrılır ve gerçeği olduğu gibi aktardığı için kıymet görmelidir. Miti toptan bir dışlama var burada, Platon’sa sadece yanlış olduğu ölçüde dışlıyor. Doğru ve yanlış söyleme varıyoruz buradan, var olanla var olmayanın ifadesine. Aristoteles bu ayrımı incelerken isimlerle fiiller arasındaki ayrımı yumuşatıp tek başına söylenen fiillerin isim olduğunu ve bir şey ifade ettiğini ama o şeyin var olduğuna dair bilgi vermediğini söylüyor. Mantık ve mitin iç içe geçmesinden önce son ayrım: “geyik-öküz” hayvanı göndergesel olarak bir değer taşımaz, var olup olmadığının söylenmesi gerekir. Boethius’un icadı zamansal belirlenimleri ortadan kaldırarak mutlak ve sınırsız anlam alanını açığa çıkarmaktır, boş bir kategori örneği olan geyik-öküz etkili bir mantık aracı haline gelir. “Augustinus’un varoluşsal diyebileceğimiz şimdiki zamanının karşısına Boethius, zamandışı ve mantıksal bir şimdiki zaman koyar.” (s. 46) Tanrı ve geyik-öküz var, bu paradoksal birlikteliğin anlamını Boethius’un kullandığı finxerunt sözcüğünün kökeninde arıyor Ginzburg, paganlar ve Hıristiyan yazarlar mit olarak tanımlanan anlatılar için fictiones veya figmenta sözcüklerini de kullandıklarını söyleyip Roma hukukuna uzanıyor çünkü Boethius bir senatör olarak kendi zamanının anlamlarını kullanıyor. Ginzburg bir vatandaşlık meselesinin kayıtlarından yola çıkarak fictio sözcüğünün şiirsel-dinsel değil de mantıksul-hukuki bir anlama geldiğini söylüyor, kısacası geyik-öküz var olmayan bir gerçekliğe işlerlik kazandıran kurgu. Bu ne işe yarayacak, sözcüğün “yalan” anlamıyla “başka bir çehreye bürünmüş doğruluk” anlamı ortaya çıkınca kutsal kitapların alegorik okumalarına yol açacak, Boccaccio teolojinin Tanrı’nın yazdığı bir şiirden başka bir şey olmadığı iddiasına giden yolu oluşturacak. “Yalan” doğru olmayan, “kurmaca” olabilecek olan, kavramlar arasında anlam paslaşmaları ve günümüzün dünyası: “Mythos, fictio, signum gibi kavramların ayrıntılı bir şekilde işlenmesi, gerçekliği manipüle etmenin sürekli daha etkili yollarını arama serüveninin yalnızca bir yönüdür. Bu arayışın kullandığımız (aralarında bu kelimeleri yazdığım bilgisayarın da olduğu) nesnelerde cisimleşmiş sonuçlarıyla her gün karşılaşırız. Avrupalıların dünyayı fethetmesini sağlayan teknolojik miras, yüzyıllar kapsayan bir süreçte gelişmiş olan bir yeteneği, yani görünen ile görünmeyen ve gerçeklik ile kurgu arasındaki ilişkileri inceleyip kontrol altında tutma yeteneğini de içermiştir.” (s. 52)
Temsil, putlar ve suretler, kutsal kitapların yorumlarından doğan çatışmalar, kısacası anlamlar arasındaki mesafeler.
Cevap yaz