Gazlar: Kurumuş mısır tanesinde protein, demir, potasyum, bir sürü güzel şey var, kararında yersek şişmeyiz ve bunlar bize fayda sağlar. Demir memir kanda belli bir miktarda bulunursa bazı işleri görür, mesela Magneto cam hapishanesinden gardiyanının kanındaki demiri çıkararak kurtulmuştur. Mısırı kart kurt yemek istemeyen patlatır, gaz vasıtasıyla havaya uçan mısır ne güzeldir. Kabuk üzerinde çizik, delik falan varsa o mısır patlamaz, kuşa falan verilir. Kuru mısır tanesinin içi düdüklü tencere gibidir, buharın pişirici etkisi. Gazların ettiklerine hayvanlar âleminde rastlarız, ispermeçet balinaları yüzeyi terk edip kalamar peşine düşünce ciğerlerindeki havayı kullanmazlar çünkü derinlere indikçe o hava basıncın etkisiyle arıza çıkaracaktır, insanda çıkan arızaya “vurgun” diyoruz. Bu balinalar kanda ve kasta biriktirdikleri oksijeni kullanırlar. Gazların sıcaklıkla, basınçla, çeşitli besinlerle doğrudan ilişkisi vardır, Antarktika’da o düşük sıcaklık ve mayışık moleküller yüzünden hava sürekli aşağıya(?) doğru hareket eder, buna “katabatik rüzgâr” denir, adamı mahveder. Bir benzerine çöllerde rastlarız, aslında dünyanın pek çok yerinde rastlarız, fön rüzgârı benzer bir prensibin sonucudur. Vakum pompası yine gazların itme çekme gücüyle çalışır, Otto von Guericke icat ettiği ilk vakum pompasıyla yaptığı gösteride bir kürenin içindeki gazı boşaltmış, atları kürenin iki parçasına takmış ve koşturmuştur. Kürenin ikiye bölünmediğini gören kral ve kortej şaşkın bakışlarla atları izlemiş, mucitse küresine tap tap vurarak artistik bir poz vermiştir. “Bu büyüklükteki bir küreyi, içindeki tüm havayı alıp dikey asarsanız, havanın uygulayacağı itme kuvveti teoride 2.000 kg’lık yükü, yani iri bir yetişkin gergedanı taşıyabilir. Başka bir deyişle, yere 50 cm çapında bir çember çizerseniz, havanın sırf o kadarcık zemine uyguladığı itme kuvveti iki tonluk bir gergedanın ağırlığına eşittir.” (s. 26) Fillerin ve insanların su içme biçimi bayağı benzer, fillerin hortumlarıyla yaptığını biz pipetle yapıyoruz. Suyu pipetle içiyoruz diyelim çünkü öyle. Ciğerleri şişirirken içimizdeki hava seyreliyor, pipette daha az hava molekülü kalıyor, diğer taraftaki hava sıvıyı itiyor. İki uçtaki basınç farkına göre fıskiyeye dönebiliriz veya hiçbir şey içemeyiz. Enerji dönüşümünü sağlayan aletlere bakalım, buhar lokomotifi: ısıtır, gazı fişekler, pistonları hareket ettirir ve tekerleri döndürür, işlem tamam. Roketlerde mevzu mükemmelleşene kadar pek çok kaza gerçekleşmiş, İskoçya’nın bir zamanlar mektupları roketle ulaştırmayı denediğini biliyor muydunuz? Havada patlayan prototiplerin yaktığı mektuplardan çok azı sahiplerine ulaşabilmiş, proje iyi ama biraz erken. Özellikle 1940’larda optimize edilecek bu, Almanlar V1 ve V2’yi geliştirecek, sonraları uzaya yollanan araçlarda gazı itme gücünden yararlanılacak.
Denge noktası: Yediğimiz şeye ketçap sıkacak kadar zevksiziz diyelim, şişeyi çevirdik, sıktık ama viskoz bir malzeme, öyle her an gelmiyor yani, bir direnci var. Cıvık olursa föş diye çıkacak, aşırı katıysa dipte kalır, eşref saatini beklemeliyiz. Dibi sıvıya yakındır, ağızdaki balçıktır, bizim balçığı az çözmemiz lazım. Bazen katı bazen sıvı gibi davranan maddeler vardır, eşref saatiyle alakaları yoktur, şerbet vermeyi bileceğiz. Czerski salyangozlarla yaşadığı mücadeleyi anlatıyor, bu canlıların mukusu hareketin gücüne göre katı veya sıvı, baş aşağı bile gidebiliyorlar böylece. Depremle birlikte hatırlanan “sıvılaşma” da viskoziteyle, mevzuyla ilgili: bir şeyi har har sallarsak kayar, sallamazsak katıdır, sabit kalır. “Sallantı devam ederken bu zeminin üstünde duran arabalar içe gömüldü. Fakat sallantı durur durmaz kum taneleri bir saniyeden kısa sürede yerlerine yerleştiler ve yine suyla değil, diğer kum taneleriyle desteklendikleri yapıya büründüler. Toprak tekrar katı hale geçmişti ama arabalar çoktan yarıya kadar gömülmüştü bile.” (s. 99) Mesela oturduğum apartmanın altından muhtemelen dere geçiyor, yüz metre ileride bir kanalizasyon kapağına eğilip dinlediğim zaman şorr diye akan suyun sesini duyabiliyorum. Necip milletimin boşaltım sistemi müthiş çalışıyor, ondan şüphem yok ama onca su, çekilen yüzlerce sifondan geliyor olamaz. Apartmanın önünde birkaç ağaç var, meselenin birkaç ağaca bağlı olmasını umuyorum ve sıvılaşmadan nefret ediyorum, evim sahile üç sokak ötede çünkü. Sallantı hızı, frekans önemlidir, canlıların gündelik yaşamında da önemli olduğunu görüyoruz. Czerski’yi yıllardır kafama takılan bir soruya cevap verdiği için alkışladım, kitabı böyle yanıma bırakıp şak şak yaptım. Güvercin basçıları biliriz, kafaları ileri geri oynar. Güvercinleri de biliriz, yürürken o kafa hareketi beni benden alır. Neymiş, bunlar her adımda değişen manzarayı “işlemek” için kafayı önden yolluyorlar, beden kafaya yetişene kadar etrafı inceliyorlar, süper olay. Yağmur damlasına yakından bakabilsek bir dengeyi aradığını görürmüşüz ayrıca, kısacık bir anda milyar kez biçim değiştirir, koşullar sabit olmadığı için sürekli uyum ararmış. Düşüyorsun, akışkansın, rüzgâr varsa daha da fena, uyamayacaksın yağmur damlası.
Dalgalar: Bay Palomar sahilde dalgaları izliyor, devinimlerinden Heidegger’e varıyor, Czerski’yse çeşit çeşit dalgayı düşünüp hayret ediyor. Nasıl karışmazlar, ne garip şeyler! Işık, ses dalgası, elektromanyetik dalga, muhtelif. “Dalganın geçtiği yer, dalgayı değiştirebilir. Bu yüzden dalgalar, geçmiş oldukları ortamlara dair izler taşır. Bu izler doğru okunduğunda, dalgaların geldikleri yerlerle ilgili bilgi edinilebilir. Bir dalganın başına başlıca üç şey gelebilir: yansıyabilir, kırılabilir veya emilebilir.” (s. 124) Balıkların gümüş renkli pulları kamuflaj için birebir, bunlar ışığı geri sektirerek görülmeyi engelliyor. Işık suda kırılıyor ayrıca, bir kalemi kırıp iki parçayı öyle bir yerleştiririz ki pipete benzer, bardağın içindeki su sayesinde olmayacak şeyler olur. Suyun maviliği de bununla ilgilidir, havanınki gazlara bağlıysa suyunki de kısmen bağlıdır ama çok su varsa o yansıyan ışık filtrelenir, su onu mavi olarak geri yollar. Dalgaların böyle ilginç huyları vardır, ayrıca enerji ve bilgi de taşırlar. Kor beyaz bir ışığın aşırı sıcak olduğunu biliriz, gökkuşağının bütün renklerini taşır. Yıldızlar beyaz görünür buradan, ayrıca evrenin giderek genişlediği de bu dalgaların verdiği renkle ortaya çıkmıştır. Mutlak sıfırın üstündeki her şey parlar, elektromanyetik dalgalar da salabilir ki bunu Eagleman dile getiriyor Canlı Devre‘de, misal öyle bir algılama yeteneğimiz olacak ki nesnelerin saçtığı ışığı, ısıyı, elektriği hissedebileceğiz, bilgi bombardımanına tutulacağız adeta. Değişik. Hayvanlar da az değil, balinalar ve yunuslar ses dalgalarıyla haberleşirler ama birbirlerini duyamazlar, frekans farkı. Su aygırlarının suda ses dalgası yaratarak haberleştiklerini biliyoruz, en yakın akrabalarının balina olmasına şaşmamalı. İstiridyelerin inci üretimi bir nevi dalgayla ilgili, hayvan suyu hüp diye çekince besinini alır da yabancı bir maddeye denk geldi mi örer o maddenin etrafını ki zarar görmesin. Öre öre incisini yapar, sonra inci avcıları gelip ciğerini deşerler. Fantom mu, Mandrake mi, maceralardan birinde diyordu ki avcıların ciğerleri çok sağlammış, suya daldılar mı dört beş dakika kalabilirlermiş. On bin nesil boyunca istiridye avcılığı yapan bir insanın geçirebileceği evrimi merak ettim.
Titanic‘in yaydığı radyo dalgaları büyük bir yenilik, bu sayede batmak üzere olan bir geminin yakınlarındaki gemiler yardıma ilk kez gelebilmiş. Gerçi bir sürü radyo dalgası varmış piyasada, mesaj tam anlaşılamamış ama gecikmeye rağmen yetişmişler, sonradan iletişim protokolleri geliştirilmiş tabii. Diyeyim ve bitireyim böylece, bu metinde fizikle gündelik yaşam iç içe geçiyor, tost makinesini lazer silahına dönüşmüş halde buluyoruz, küvetin giderinde kara delikler doğuyor falan, öyle bir şey.
Cevap yaz