Erendiz Atasü – Dağın Öteki Yüzü

Atasü’nün öykülerini okurken bir iki düşünmüştüm, memleketimizde geçen öykülerin arasından İngiliz havası eserdi mesela, anlatıcının İngiltere’ye dair hatıralarının kaynağını merak ederdim. Mektuplar, gezintiler, kaybolan bir zamanı belirginleştirme çabası. Atasü mü gitmiştir oralara, giden birilerini mi dinlemiştir yoksa kendi kurgusu mudur tamamen, soru işaretiydi. Gerçi kendi kurgusu olamayacak kadar seziliyordu gerçeklik, tabii bunun bir ölçütü olmadığı için eminlikten bahsedilemez ama, yani, bir his işte, kâğıttan çıkıp gelen hakikat sezisi. Dağın Öteki Yüzü‘nün “Sunuş” kısmını okuyunca aydınlandım, Atasü’nün öykülerini okuyup sevenlerin de bu bölümü okuyup aymalarını isterim, kaynaklardan bazıları mevcut burada. En başta bu kitabın kendi kaynağı: “Annemin ölümünden sonra, ondan kalanları incelerken, 1930’larda ve ’40’larda, babamla birbirlerine yazdıkları tomar tomar mektupları bulmasaydım, bu kitap kaleme alınmazdı.” (s. 15) İki nesillik bir anlatı, esas 1900’lerin başında doğan neslin yaşamlarını görüyoruz. Pek fırtınalı. Osmanlı’nın son zamanlarında Selanik’ten göçen anne tarafıyla Kafkas göçmeni babanın kesişimi, Kurtuluş Savaşı yılları, İkinci Dünya Savaşı’nın arifesinde anlatıcının annesi Vicdan’ın İngiltere ve Almanya serüveni, baba Raik’in insaniyeti, dayıların farklı siyasi görüşleri benimseyip birbirlerinden kopmaları, arkada Nâzım Hikmet’in şiirlerinden bir manzara, ülkenin yakın tarihine beş on adım geriden bakış. “Öyküyle roman arasında gezinen bir anlatı” denmiş bu metin için, Atasü öykünün biricikliğini biçem vasıtasıyla her örnekte gösterirken ailesinin hikâyesini koruyor. Ne iyi, zamana ve yaşananlara göre değişen tonu vermek için şahane yöntem, mesela 1930’larda Uludağ’a çıkan Vicdan’la kardeşlerinin mutluluğunu başka bir bölümde görmemeliyiz çünkü dönemin ruhu pek şefkatli davranmıyor karakterlere, memleket yavrularını sürekli öğütmeye çalışırken dik durma veya duramama hikâyeleri arasında mutluluğa aynı biçimle yer yok. Uludağ’dan Bursa’nın zümrüt yeşili görünür, Vicdan o toprakların söylencelerini tarihle yoğurarak anlatır kardeşlerine, Kemalist anlayışı aktarmaya çalışır, o sırada kardeşler ablalarının göğsüne yaslanıp huzur içinde dinlerler. Büyülü bir andır yani, ayrı bir bölümü/öyküyü hak eder. Ailenin üyeleri için başka başka öyküler düzülmüştür, ben hepsini derleyip anlatacağım da “Selanik’i Unuttun”a ayrıca değinmek istedim, Atasü bu öykünün müstakilliğini gösterseydi de öykü şahaneliğinden bir şey kaybetmeyecekti. Vicdan’ın iki küçüğü Burhan’ın ölüm ânı. Karbon, oksijen, hidrojen, proteinler, yağ molekülleri, ne varsa çözülüyor, vücut dağılmaya başlıyor. “Bir tür evrensel bilinç gibi, gezegenimizin bir yanında sonsuza dek titreşip durur mu, herhangi bir insanın herhangi bir algısı?..” (s. 181) Bilinç kaybolmadan önce o film şeridi, ilk sahne göç yollarından. Diğer öykülerdeki malumatı da taşıyayım buraya, Miralay Hayreddin Bey ve eşi Fitnat Hanım canlarını kurtarıp Alaşehir’de alırlar soluğu, Hayreddin Bey “millicilerdendir”. Asker kaçağı bir gencin sallanan bedenini gören Vicdan ömrü boyunca unutamayacaktır o ânı, ülkenin kurtuluşu için idam cezasının gerekli olup olmadığını düşünmeyecektir, yaşadıklarının ağırlığı kendiliğinden bir cevap olarak belirir. Yunan askerleri evi bastıkları zaman Hayreddin Bey’i alıp götürürler, darp etmeden bırakmazlar. İstanbul’a göçmekten başka çare kalmamıştır artık, Hayreddin Bey’in ölümünden sonra ikinci evliliğini yapan Fitnat Hanım, çocuklarını Kuleli’ye bırakır, Vicdan’ı da parasız yatılıya verir ve ikinci eşinden olan oğlu Cumhur’la ilgilenmeye başlar. Burhan ve Reha yatılı okulda askerliği öğrenirler, Reha hassas ruhlu bir çocuktur, Burhan kadar katılaşamaz ve duygusal açlığını dindiremez. Dersim’de ikisinin zıtlığını tüm çarpıcılığıyla görürüz, ağzında ateş yakılan mağaranın içinden öksürükler gelmeye başladığı sırada iki tarafa sıralanmış askerlerin arasındadırlar, Reha kılıcını kaldırdığı sırada yapamayacağını, kimseyi öldüremeyeceğini söyler, Burhan’ın azarlamasıyla kendine gelir ve dışarı çıkmaya başlayanlara çalar kılıcı, ömrü boyunca unutamayacağı bir travmadır artık yaşamı. Burhan kendince mücadele yolları bulur, mesela kadınlarla münasebetini çeşitlendirir, askeriyeden ayrılıp o sıra palazlanan Demokrat Parti’ye yakınlaşır, avukatlıktan bir dünya para kazanmaya başlar. Rüzgârın estiği yöne dönmüştür ama tam dönmüştür, kimliğindeki doğum yerini Selanik’ten İzmir’e çevirir ki taşradan gelen müşterileri kaybetmesin. Değişimi şans eseri gören Vicdan’la Burhan’ın tartışması iki tarafı da özetler aslında, Burhan duvarına astığı Atatürk portresi arkasındayken devrimlerin pilinin çoktan bittiğini, “kara cahil köylü kalabalıklarından” ve “kaba saba kasabalılardan” hiçbir şey beklenmemesi gerektiğini söyler, ablasının ve eniştesinin eğitimciliğini küçümser çünkü Cumhuriyet’in ilk kadroları da pek bir işe yaramamıştır. Askeriyede gizli gizli Nâzım Hikmet okuyan çocuktan pragmatist kaypağa bir geçiş, Burhan’ın serüveni yalnızlığa boğulmuş bir adam bırakmıştır geride. Son düşünce Selanik, vatan, özlem.

Vicdan ve Cumhur herhalde metnin en dikkat çeken karakterleri. Dersleri çok iyidir Vicdan’ın, Cumhuriyet tarihinde ilk kez düzenlenen sınava girip İngiltere’de okuma hakkı kazanınca arkadaşı Nefise’yle birlikte Cambridge’e giderler. Almanya gezisi sırasında Nazilerin öldüresiye dövdüğü kadını unutamazlar, hemen İngiltere’ye dönerler. Aşkı, dostluğu orada bilir Vicdan, gerçi Nefise’nin “suyun öte yanı” ayrımından ötürü kalbi kırılır ama arkadaşından da tamamen koparmaz gönlünü. Selanik yani, gavur memleketi, Nefise kendinden bilmemeye meyillidir memleketine yakın doğmayanı. Vicdan yıllar boyunca dışlanmanın acısını çekecektir, kendini ülkesine adamasının ilk sebebi bu. Bir vazife gibi evlenir Raik’le, ikisi de aynı ülküye bağlı oldukları için memleketin parlak çocuklarını ortaya çıkarmakla uğraşmaları yetmiştir birlikte yaşamaya. Vicdan’ın vazifesi bununla da bitmez, 1936’da Atatürk’ün çağrısıyla Dolmabahçe’ye gider ve emri alır, BBC’ye ülkedeki kadın haklarıyla ilgili konuşma yapmaya gidecektir. Görevini hakkıyla yerine getirince sarayda İngilizce dersleri vermeye başlayacak, atamasının yapılması içinse hiçbir girişimde bulunmayacaktır çünkü sevmez öylesini. Fitnat Hanım’ın değişimi ilginçtir burada, Vicdan’ı vatana millete hayırlı bir evlat olması için yetiştirip İngiltere’ye dahi yollayan Fitnat Hanım yaşlanınca yoksulluktan bıkar, kızını Atatürk’ten ricacı olmaya zorlar ama başarılı olamaz, Vicdan şahsi meseleleri ve para için gitmeyecektir önderinin yanına. Zor yaşamlar, köşeli, bir araya geldikleri zaman mutlaka bir çarpışma yaşanıyor. Cumhur’un Kore mevzusu bir başka meseleyi ortaya çıkarıyor bu kez: NATO’ya girmek için Türk askerini ölüme yollamak. Cumhur da askerî okula girip subay çıkmıştır, savaşa gitmeden önce yazmaya başladığı mektupları hemen hiç aksatmadan yollayıp ablası Vicdan’ı merakta bırakmaz. Cephe gerisindeyken mutluluk dolu mektuplar yollar, herkese selam söyler, Burhan’ın kendisini neden sevmediğini sorgular, azıcık gevezelik eder. Cepheye gittiği gün yazdığı mektupsa kapkaradır, sırf o gün onlarca asker ölmüştür. Bacağına isabet eden şarapnel ne yazık ki bacağına mal olacaktır Cumhur’un, yaşamının geri kalanı da gül bahçeleri içinde geçmeyecektir. Babasından hemen hiç bahsetmez, kardeşlerinin dertleriyle dertlenir, dışlanmayı bir ölçüde anlar ama yaşlılığına kadar neşesini yitirmez. Vicdan’da ayrı bir yeri vardır Cumhur’un, en küçük kardeşidir, vefalıdır, Burhan’ın ortadan kaybolduğu yıllarda tesellidir.

Dersim’e pek dokunmuyor Atasü, isyancılarla “savaşan” askerin yaşadığı zorluk var bir, karşıdan bakamıyoruz tabii. Vicdan’ın bir türlü atanmaması yetişmiş kadrolarla ne yapacağını bilemeyen devletin hantallığını gösteriyor. Yunanistan’da kalan toprakların bedelini almak için kızının başını şişiren Fitnat Hanım’ın ne zorluklarla o günlere geldiğini düşününce yaptıkları makulleşiyor, oğluna zengin bir gelin bulmaya çalışması cabası. Geniş bir aile anlatısı bu, Atasü’den çok iyi bir metin.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!