Şurada metnin seyri var. İnci Aral’ın böyle bir işe giriştiğini biliyorum, daha da vardır öyküsünden roman çıkaran, romanındaki bir karakteri öyküsüne yerleştiren, öyküsünü değiştiren, romanını neleştiren, muhtelif dönüşüm. Bilgi’den çıkan ilk baskısında roman dizisinin 82. kitabı olduğu söyleniyor, ismin altındaysa parantez içinde “anlatı” ibaresi var. Elimde Can’dan çıkan versiyonu da var ama metni kıyaslama yapmaya değecek kadar iyi bulmadığım için hiç eşelemedim. Bakalım, Yücel’in kullandığı anlatım tekniğinin kuracağı pek çok tuzak var, Yücel çoğuna düşmüş gibi görünüyor. Portnoy’un Feryadı‘ndan, Bir At Bara Girmiş‘ten biliriz, anlatıcı birine veya bir topluluğa bir şeyler anlatır, anlattıklarını tekrar edebilir veya anlattığı bir şeyin başka bir yönünü aktarabilir sonradan, sarmal anlatıya meyilli bir biçim. Bernhard’ın sanki birine anlatır gibi yazdığını düşünürüm, kiplerinden çıkmaz ama üslubunun kendisi bir hitaptır. Bernhard hatiptir, belagat ustasıdır, döndürdükçe açar. Konuşmanın doğal akışını ormanda yürüme mevzusuna benzetmek hoşuma gidiyor, mesela solaksak belli bir mesafede belli bir açıyla düz çizgiden sapıp sola çark ediyormuşuz, filmlerdeki, “ulan buradan geçtik sanki” olayının sebebi bu. Konuşan karakterler tekrara düşer, Yücel’in karakteri de düşüyor ama genişletmiyor anlattığını. Mümkün, yine de kurmacada istenip istenmeyeceğinden emin değilim, bu zihinsel dumur hikâyeye katkı sağlamıyorsa hele. İkinci mevzu diyalogların olduğu gibi aktarılması. Bu teknik kanımca dolaylı anlatımın meydanı boş bırakmasıyla hafızanın kaldıramayacağı bir katılığa yol açabiliyor, mesela kimin ne dediğini akılda tutmak kabaca olağandır da uzun konuşmaları kelimesi kelimesine aktarmak, bir de çift tırnak kullanmak olmuyor açıkçası. Birilerinin söylediği şeyleri olduğu gibi değil de eksik aktarmak, kısaltmak, misal unutma bahanesiyle sözlerin sadece varlığına değinmek iyidir çünkü yaşadığımızı hemen tahrif ederiz, sinapstı dendritti derken değişmiş buluruz ama karakterlerin eminliği bu en sıradan işleyişi bozar. Kurmacanın kendi doğasına karışabilir, bir ölçüde ikna olabiliriz de Yücel’in karakteri Volkan Taş/Şaban Baş/Vatandaş biyonik adam gibi çatır çatır aktarıyor her şeyi. Kendine özgülüğüyle anlatsa, yani anlatımında da yaşamındaki biricikliği aktarsa bütünlenecekmiş de şu haliyle yarım ağızlık. Adamın birine çarpıyor da konuşmaya başlıyor, o kadar sarhoş olmasa çarpmaz, hayat hikâyesini dökmeye başlamaz. Korkak bir adam, haksızlığa karşı çıkmak başta olmak üzere hiçbir şeye gücü yok. Volkan Taş’a dönüştüğü zaman patır patır konuşabiliyor, Vatandaş olduğundaysa keneflerin duvarlarına yazdığı şiirlerle sanatını icra ediyor. Sayfalara duyduğu tiksinti, duvarları şiirlerine beden olarak görmeye başlaması birkaç faciadan sonra, arkadaşı Hamdi’nin Siirt’e sürülmesi yalnızlığını dayanılmaz kıldığı için faciaların en büyüğü olarak görülebilir. Anlaşılıyor ki Baş’ın muhatabı bir şair, yazar, sanat sepet kovalayan bir şahsiyet, dergilere yazılar yazıyor, belki kitapları var. Çetesi mutlaka var, Baş’ın eleştirdiği çetelerin gücü edebiyat dünyasının eğilimlerini belirliyor, bir de insanların kaderini tabii. Baş gibi küçük bir memur olan Hamdi bir gün edebî babaların ortamına girmiş, söylediği şeyler yüzünden iteklenerek atılmış ortamdan, atanlar da kısa süre öncesine kadar yüzüne gülenlermiş üstelik. Bitmemiş, bir de yerinden etmişler adamı, sürdürmüşler. Yazar çizer takımının devlet adamlarıyla ilişkileri insanların hayatlarıyla oynamaya yetermiş, bir örneğini Baş’ın amiriyle ilişkisinde de göreceğiz. İşte, muhatabın önündeki kitaba iki dize yazmış Baş, dandik dizeler diyelim, benzerlerine her yerde rastlanabilir çünkü Baş sadece duvarlara değil, bulduğu her kâğıt parçasına bir şeyler yazıyor ama kâğıda yazmaktan hoşlanmadığını söylemesine rağmen neden yazıyor, belli değil. Dağa taşa yazmasının sebebiyse belli: tayfaların kurduğu dergiler, çıkar ilişkileri, pozlar, iktidar hırsı. Baş hiçbirini sevmiyor bunların, sanatın bunlarla bir ilişkisinin olmadığını söylüyor. “Eleştirmelerinizce göklere çıkarılmadım, hakkımda tek yazı yayınlanmadı, bundan sonra yayınlanacağı da yok. Bunca yazıma, bunca dizeme karşılık, bir kuruş para almadım, bundan sonra alacağım da yok artık. Ama, hemen söyleyeyim, sizlerden üstün olmama engel değiş bütün bunlar, gerçek bir yazar olmama hiç engel değil: yapıt gelir her şeyin başında.” (s. 11) Yapıtla, mahfillerle ilgili söyledikleri yerindedir Baş’ın, gerisi kuru kalabalık açıkçası.
Küçük memurdur ya, rüşvete yüz vermediği için dairesindeki en büyük memurdur Baş. Çalıştığı bölümün en güzel kızıyla nişanlanmıştır bir ara, kız evine gelmediği için bir süre sonra ayrılmayı tercih etmiştir. Hayatın paylaşılacak kısmından öncesi de önemlidir Baş için, aynı düşüncede olmayan nişanlısını aldatarak cezalandırır. Ağzı soğan kokan şişman bir kadın hemen her gece evine gelir, sevişirler, sonra kadın gidene kadar tuvalete saklanır Baş, hayatının en huzurlu anlarını yaşar. Çocukluktan kalan bir kurtuluştur tuvalet, aile terörü başlayınca tuvalete kaçıp saklanan küçük çocuk büyüdüğünde yaşamından kurtulmak için yine tuvalete girecek, söyleyemediklerini tuvaletlerin duvarlarına yazmaya başlayacaktır. Aslında çok iyi konu, edebiyat dünyasından ikrah eden şair hiçbir yazılı esere imza atmaz, şiirlerini duvarlara karalar ve hiçbir karşılık beklemez. Zamanla adının yayıldığını duyar, “Vatandaş”ın yazdıkları tutulacaktır çünkü kaskatı gerçeği yazar o, eleştirdiği çetelerin anlamı sözcükten koparma çabalarının sildiği gerçekliği yansıtır dizelerinde, insanlar onun eserlerinde dile getirilmeyenleri bulurlar. Hamdi’yi sürgün ettiren edebiyat ağasını da tuvalette yenilgiye uğratır Vatandaş, yazılarla bir süre tartışırlar ve en sonunda ağa kendi bokuyla Vatandaş’ın yazdıklarının üzerini çizer. Vatandaş kazanır ama aslında pek bir şey kazanmaz, ağa yine işinde gücündedir. Cortlamalar başlar yavaştan, daha somut mücadelelere bakalım, Vatandaş yine kazanamayacaktır. Çalıştığı devlet dairesinde rüşvetin biri çok paradır, yakalanmaktan korkmasına rağmen amirinin rüşvet almasına dair şiirini tuvalete yazıverir Vatandaş. Kahkahalar, dalgalar, amir sinir küpüne dönüp yazıları sildirir, bağırıp çağırır ama haltı kimin yediğini bulamaz. Nasıl bulamadığını bilmiyoruz zira masasında durmadan kitap okuyan bir Baş var, diğer çalışanların moron olduklarını amir de biliyor ama Vatandaş’ın kim olduğunu bulamıyor, tuhaf. Kimsenin kendinden şüphelenmemesinden şüphelenmemesi de Baş’ın bir aptallığı, foyası ortaya çıkmasın diye çok uğraşıyor da arkadaşlarının gerçeği zaten bildiğini göremiyor, tahmin edemiyor, neyse artık. Amir istifayı bastıktan bir süre sonra daha üst bir amir olarak karşısına çıkıyor Baş’ın, her şeyi bildiğini ve yeni kuracağı dergide Baş’ın da yazmasını istediğini söylüyor. Bir dünya para verecek, birlikte süper işler yapacaklar da Baş kabul etmiyor, paraya satmıyor kendini. Amir gidiyor, eski nişanlı geliyor ve tekrar âşık ediyor adamı kendine, nihayet eve gelip ortalığa bakıyor ve o mezbelelikte yaşayamayacağını söylüyor, Baş o dergide yazmaya başlayıp dünya para kazansa iyi değil mi? Her şeyden haberi var kızın, amirle sevgiliymiş bir zamanlar da kamufle olmak için Baş’la nişanlanmış, sonra amirin yörüngesinden de çıkıp Baş’ın iyiliğini istemeye başlamış. Yani, eh, bu kadarına da sabrettim çünkü pek bir şey kalmamıştı sona. Baş bu hikâyeyi anlatırken mekandan çıkıyorlar, birlikte yürüyorlar, sonra muhatap Baş’ın evine geliyor ve Baş o kızdan ayrılıp soğan kokan kadınla evlendiğini söylüyor. Çocukluk yine, evin kokusu, tuvalet, yalnızlık. Çok başarısız bağlantılar, yemek isteyen yer ama tatmin etmedi beni. Bir de kırmızı yemeniler var, Baş’a çocukluğunda kırmızı yemeni almamışlar, yemenici hediye edince Baş da sanatını ücretsiz sunmayı vazife bellemiş, o yüzden yazıyormuş sağa sola. Eh.
Denk gelin okusun da, meh.
Cevap yaz