Emin’le Remzi’nin İlyas’a malzeme almaya giderkenki muhabbetleri vardır, Nuri Bilge Ceylan filmine koysak sırıtmaz. Gecekondu mahallesinde yürüyen iki adam, yerler muhtemelen çamur, sokaklar çamura bulanmış çocuklarla dolu. Bu çamuru kentle mahalle arasındaki en büyük fark olarak görüyor karakterlerden biri, dediğine göre kente indikleri zaman insanların pırıl pırıl ayakkabılarına, kıyafetlerine bakarlarmış, sonra çamur içindeki üst başa bakarlarmış, utançtan kızarırmış yüzler. Ateş böyle ayrıntıları öyle bir yerleştiriyor ki cuk, o kadar olur. Sokakta oynayan çocuklardan biri acıkıyor, eve gelip yaygara koparırsa anasının komşulara rezil olmamak için hemen yemek vereceğini biliyor. Anne o akşam ailenin karnını doyuracak ekmekten bir dilim kesiyor, sanki kendi parmağını keser gibi. Ekmeğin bir yüzü suya, üzerine azıcık şeker, yallah geri, oyuna. Kronolojiyi atlayalım, ekmeği o an gömen çocuğun önünden geçiyorlar, Remzi oğlunun söylediği sözleri aktarıyor o sıra. Münir mahallenin gururu, flört etmeye çalışan kızlara bakmaz, evli barklı kadınlara yüz vermez, boyuna okur. Hukuk fakültesini bitirince mahallenin en okumuşu olacak, arkadaşı İlhan gibi serseriliğe özendiği yok. Yıl 1967, ortalık karışık, öğrenci hareketleri tam gaz. Mahallenin ötesindeki boş arazileri yoksul köylülere kakalayan kodaman namussuzluğu sürdürerek ihbar ediyor inşaatları, arsa sattığı köylülerin borç harç dikmeye çalıştıkları evleri zabıtalara yıktırıyor, bir daha satacak. Ne zaman mevzu çıksa kendi kiraladıkları minibüslere doluşmuş öğrenciler gelip polisle çatışıyorlar, evleri yıktırmamaya çalışıyorlar. Remzi bunların hepsini görüyor, öğrencilere kıyıldığına şahit olduktan sonra Münir’in başına bir iş gelmesinden korkuyor. Biraz uzun olacak ama tamamını alayım: “Bir gün dayanamayıp sordum: ‘Oğlum’ dedim, ‘anladığım kadarıyla, ders kitabı değil bu okudukların. Ne veriyor bu kitaplar sana, gözüne yazık değil mi?’ Kızacak belledim, güldü. ‘Ne mi veriyor baba?’ dedi. ‘Bak dinle ne veriyor? Eskiden sınıfımı geçince sana elbise alacağım, saat alacağım diye bir sürü vaatlerde bulunurdun ama hiçbirini almazdın. Ne istediysem senden, alamazdın. Kızardım sana o yüzden. Doğru dürüst bir elbisem olmazdı. İşçiydin o günler. Haklı olarak alamazdın. Kızardım sana o zamanlar. Kendimi mutsuz bir çocuk görürdüm, seni suçlardım bundan. Bugün bu kitapları okuduktan sonra seni suçlayamıyorum. Kitaplar bunu verdiler bana, yetmez mi? Bana gerçek suçluyu gösterdiler.’” (s. 274) Öncelikle teknik açıdan bakmalı: “alamazdın”, “kızardın”, bunların tekrarı şahane bir gerçekçilik katıyor. Bu kadar uzun ve spontane bir konuşmada aksamak, aynı şeyi iki üç kez dile getirmek doğaldır, hele eğitim seviyesi çok düşük biri söylüyorsa. Çoğu metinde kusursuz bir tiratmış gibi veriliyor bunlar, yapay zekâ konuşuyor sanki. Ateş’in bu hassasiyeti çok iyi, bunun yanında anlatı boyunca hemen hiç değinilmeyen, mahallelinin aç karnı doyurma çabasından edinemediği politik duyarlılık ansızın yüzeye çıkıyor. Ahlat Ağacı‘nda Sinan’ın polis arkadaşıyla konuşurken arkadaşının anlattığı hikâye ne kadar beklenmedik ve doğalsa bu da o kadar. Diyaloglar zorlama değilse de biraz daha yerelleştirme iyi olabilirmiş sanki, mahalle Yozgat’tan, Karaman’dan, Çankırı’dan gelen ailelerden oluşuyor, memleketler yakın olsa da bir iki ayrım iyi olabilirmiş. Öyle çok da göze batan bir eksik değil, Ateş o kadarını gözetmiş, bazı deyimler ve tepkiler otantikliği görünür hale getiriyor. Gerçi biz hâlâ iki adamın peşindeydik, izleyelim: İlyas’a gelirler, Remzi hemşerisine kefil olur da brikettir, kiremittir, evini çatmak için ne lazımsa alıverir Emin. Yengesi Hayriye nihayet razı gelmiş, evinin arazisine kondurma izni vermiş, Emin vakit kaybetmeden işe girişiyor. Sosyoloji, ekonomi erbabı gelse bir dolu açıklama çıkarır buradan da kısaca şudur: Hayriye ve “kabilesi” diyeceğim, diğer illerden gelen göçmenlerin zorbalığından yılmıştır, Hayriye de az değildir ve kavgadan kaçmaz ama onca zaman engel olduğu eve onay verir çünkü daha fazla baş edememektedir hasımlarıyla, en yakın akrabalarını etrafında toplamaktan başka çare bulamaz. Malzemeleri tedarik eden Emin hemen işe girişir, Elvan Usta ve bir iki ameleyle birlikte bir günde konduruverir evini. Gecekonduların gerçeğini görmeye devam ederiz, araya küçük küçük serpilmiştir: Emin işten kaytaran amelelerden birini işten çıkarmaya çalışınca Elvan uyarır, işten çıkarılan adam zabıtaya bir haber saldı mı yıkıcılar ânında damlar, taş taş üstünde kalmaz. Bu yüzden o amele, oradan geçenler, kim gelip bir şey isterse Emin’in vermesi lazım. Para, malzeme, hiç fark etmez, gecekondu diken cebinde tomarla para bulundurmalıdır. Emin’de yok o kadar para, o yüzden tedirgin, yıkıcılar geldiğinde kendisini de yıksalar yeri.
Emin’in hikâyesi yok sadece, aslında onca hikâyeden sadece biri bu. Ateş’in merkeze aldığı iki aile var, kadro kalabalıksa da en çok bu iki ailenin fertlerinin başından geçenleri görüyoruz. Karakterleri ayrı ayrı değerlendirmek başlı başına iş, olaylara yoğunlaşayım. Emin’in çalışma hayatı mesela, vasıfsız işçinin yabancılaşmayı kavrama ânı çok etkileyici. Emin çalıştığı otelde çamaşırcılık yapar, öncesinde daha sıradan bir işi varken koca makinelerin nasıl çalıştığını öğrenince sınıf atlamış gibi sevinir, daha çok para alacaktır artık. Bir süre sonra sevinmeye o kadar da gerek olmadığını görür, yeni gelen otel müdürü yüksek maaşlı işçileri kovmaya başlamıştır. Emin sendikal hareketi ilk kez o sıralarda duyar, çalışma arkadaşlarından biri ikide bir gelip sendikaya girmesi için baskı yapar ama oralı olmaz Emin, zaten onca çatışma, öğrenci eylemleri hatta evi yıkılan konducuları destekleyen öğrencilerin söylemleri etkisizdir onun gözünde. Pırıl pırıl çocuklarla konuşmuştur da anlatılan dünyayı kavrayamamıştır bir türlü, müdürle işçinin eşit şartlarda yaşayabileceğini düşünemez. Sempatiden ötesi yoktur onda, iki göz evden başka hiçbir şey istememektedir. Tek tabanca, bu yüzden evi yıkılırken kimseden yardım isteyemez, mahalleli toplanıp zabıtalara engel olmaya çalışınca kendisini ihbar ettiğini düşündüğü ailenin evine saldırır, kazmayla duvarlardan birinde kocaman bir delik açar. Olup biten her şeyi izleyen Münir acı acı gülümser, babasının anladığını bu insanlar anlamamıştır, anlamaları pek mümkün değildir. Memleketçilik, namus, yokluk kör etmiştir bu insanları, öyle ki aralarında inanç bile barınamaz. Sözde dindar insanlardır ama dine dair hiçbir pratik yoktur o mahallede. Cami sadece kentin bir süre sonra mahallelerine de geleceğinin göstergesidir, o kadar. Bir zaman sonra uzaklarda görünen apartmanlar gecekonduların yerinde yükselecektir, o zaman mahalleli o apartmanlara taşınmaktan vazgeçecektir ama ne zaman? Minibüs geçti mi, bir düğmeyle oda aydınlandı mı yeterlidir şimdilik, bu yüzden köy ilkelliktir mahalleli için, on yıl önce geldikleri yere dönmek istemezler. Ekonomik sebepler, kentlileş(eme)me, türlü sorun. Ateş bunları kaskatı değil, büyülü hiç değil, gerçekçilik gibi bir gerçekçilikle verir, politik bir ağırlık koymaz metne, geçim derdinin uyandırdığı veya uyandıramadığı karakterler üzerinden toprak kovgunlarının yaşamlarını inceler. Üniversite öğrencisi İlhan’ın okuldaki kızlara yanaşamayıp mahallesindeki Ayten’e sarması, kızdaki köylülükten tiksinip mahallenin kadınlarına bulaşması tam bir ikilem, Ayten’in şehirli kızlar gibi yaşamak isteyip köye mahkum olması dram, köyün gecekondulara olduğu gibi taşınıp mahallenin kentleşme arzusu neçe dilemma, okur baksın. Ne güzel metinler var unutulmuş, ortaya çıksın.
Cevap yaz