YAZKO’nun “Ortak Kitap” serisinden Özgürlük, İşçi Hakları, Aydın gibi kitaplar çıkmış zamanında, sahaflardan bulunabilir. Haber metni, röportaj, deneme, makale, ortaya karışık kitaplar bunlar, memleketimizin sınandığı alanlarla ilgili malumat. İlk yazı bir haber metni, Gencay Gürsoy’un sakıncalı ilan edildiği dönemde öğrenciler Gürsoy’un da bir yazısının yer aldığı ders kitabını kullanırlar, kullanmamaları gerekir çünkü cunta neler yapmaz bu durumda. Kitap toplatılamaz, alelacele üçüncü baskıya girmesi planlanır ama Gürsoy’un yazdığı bölümü yazacak bir hoca bulunamaz, nihayetinde yazı olduğu gibi çıkarılır ve tıp öğrencileri nörolojiyle ilgili mühim bilgilerden mahrum kalarak okurlar çünkü o sakıncalı bilgiler çocukları anarşik yapabilir. Halil İbrahim Bahar sansürün kökenini anlatırken bu zihniyeti toplumla birey arasındaki çatışmaya bağlayacaktır da mevzuyu Big Bang’den başlatır adeta, DNA’nın yapısından bir bebeğin doğumuna getirdiği sözü ailenin ve kurumların sansür mekanizmasına vardırır. Bauman özgürlük ve itaat arasındaki çatışmayı incelerken toplulukların sunduğu faydalardan bahsediyordu, en başta aile sevgisinden mahrum kalma korkusu sansürü içimize işler, okulda devletimizin hamur gibi oynadığı zihnimiz hemen makbul vatandaşın konağına dönüşür de bundan kurtulmak için okumaya harcadığımız vakti bu kez okuduğumuzdan kurtulmak için harcarız. Bahar sansürü çağdaş insan anlayışına sığdıramıyor, Atatürk’ün öncülüğünde nice yol almış müthiş toplumumuzu bu açıdan örnek gösteriyor da o dönemin sansürü belli, kalsın. YÖK’ün gericiliğiyle akademideki çarpıklıklara değiniyor Bahar: “Bugün ortada kalmış, sorunları çözümlenmemiş yüz binlerce bankerzede olayının en büyük öncüsüne üniversite kürsülerinden profesyonel dersler verdirildiğini daha unutmadık.” (s. 10)
Afet Muhteremoğlu (Ilgaz) kendi metni Sendika‘nın başına gelenleri anlatırken diğer eserlerinin de ahlaka mugayir görüldüğünü söylüyor. Yazıyı yazdığı tarihte Sendika‘yı bastıramamış bir türlü, şimdi baktım da hemen attım sepete, bakacağım neymiş. İşte, 1960’larda yazdığı bir öyküyü Rıfat Ilgaz’ın genç bir arkadaşı, üniversiteli bir kız kıyasıya eleştirmiş, evli bir kadının öykülerinde öyle şeyler yazması ayıpmış. Öyle şey: genç bir kızın yaşlı bir adamla öpüşmesi. Esas metinle ilgili sorun resmî sansür değil, ilerici yayınevlerinin Ilgaz’ı “saygısız” bulması. Latife Tekin’in eleştirilerine benzer savlar bulacağımı düşünüyorum, kurumlardaki eril tahakkümün eleştirilmesi davaya zarar verdiği için komradlarca istenmiyor, saldırıların ardı arkası kesilmiyor sonra. Memet Fuat’ı edebiyata küstüren bunlardı, Fethi Naci’yi küstüren de bunlar muhtemelen. Ilgaz’ın söyledikleri bugün de geçerli: “Şimdi kalkıp en sıradan açıklamalarla, ilericiliğin ilkelerinden birisinin bu olduğunu, eleştirisiz bir edebiyat, sanat ve toplum yapısında doğruları aramanın ve değişmenin buna bağlı olarak gelişmenin mümkün olamayacağını anlatıp duralım. Onlar bunlara ilkeler olarak saygılıdırlar da bunların işlemesi de gene kendi sıradan sansür anlayışlarının elverdiği oranda olmalıdır.” (s. 13) İç sansürden başka bir şey gelişmiyor bu iklimde, yazar yazacaklarını elekten geçirince veya başkalarına geçirtince geriye pek bir şey kalmıyor ama kimse de sorgulamıyor bunu, arıza çıkarmıyor. Çiçek çiçek takılıyoruz işte. Sinirim bozulunca okumayı bıraktım onları da bu aşırı övülen metinleri üç beş okuduktan sonra metinlerin yazarlarının gittikleri atölyeleri tahmin etme başarısına haiz olduğumu fark ettim, en son, “Yine çiçek be kardeşim,” deyip kapadım bu defteri. Tek bir cephesi yok, eleştiri kişiliğin, yaşamın her alanına yayılmadan ortaya çıkmıyor sanıyorum. Tat kaçmasın diye eleştirmemek, hoş. Parşömen’in yıl sonu soruşturmasındaki cevaplara bakıyorum, üçüncü sorunun cevabıyla birinci sorununkinin çatışıp yazarı havaya uçurduğunu keyifle görüyorum mesela. Kralın çıplak olduğunu söyleyen kral.
Sedat Ağralı’nın uzunca bir makalesi var, sansürün ülkemizdeki tarihi. İşin siyasi kısmına eğilmiş Ağralı da ben hızımı aldım bir kere, eleştiriden devam etmek isterim: Dün Ecinniler‘in katıldığı bir etkinlikteydim, yayın dünyasından önemli bir katılımcı eleştirilen yayınevlerinin eleştirildikleri mecraya reklam vermekten vazgeçtiğini söyledi. Yayınevlerinin doğrudan reklam verdikleri yayınlarda olumsuz eleştiri aramayacağız yani, bedeli ödenmiş övgüleri de temizlediğimizde tanıtım yazılarına rastlarız en iyi ihtimal. Kâfi, Ağralı sansür uygulamalarının II. Abdülhamid’le birlikte zirveye ulaştığını söylüyor. Hikâyeler bilindiği için es geçeceğim, yasaklı kelimelerden eli sopalı hafiyelere geniş bir sansür kültürü var bizde. Bunlar bir yana, devletin tepesinden gelen bir kararnamede yazan “zihinleri karıştıracak yayın yapan gazeteleri hemen kapatma” yetkisi meseleye nokta koyuyor. Ağralı’nın başından geçen sansür serüveni geleneğin sürdüğünü gösteriyor, 24 Temmuz’un İşçi Bayramı olarak kutlanması kararlaştırıldığında -yerli ve milli İşçi Bayramı, heh- TRT için bir yazı kaleme alması isteniyor Ağralı’dan, yazının önemli kısımları sansürleniyor ve öyle okunuyor radyoda. Basın devletin ve sermayenin elindeyse sosyal sorumluluk rafa kaldırılabiliyor hemen, kamu yararı gözetilmese de olur. “Üzülerek bir gerçeği de vurgulayalım ki, Türk basını genellikle bu niteliklerden yoksundur. Birçoğu sosyal sorumluluklarını bilmemekte ve bunlara göre, kendine yön vermemektedir. Halbuki sosyal sorumluluk anlayışı olmayan bir basının kendi kendisini denetlemesine olana yoktur.” (s. 27)
Sinemaya geçiyoruz yarıdan sonra, 1984 tarihli bir haber Turgut Özal’ın sansür yasasını hazırlattığını bildiriyor. Senaryo sürecin başında, sonunda, ortalarında ve bürokratların paşa gönülleri istediği zaman denetlenebilecek, film çekildikten sonra şöyle iyice bir incelenecek, sakıncalı bir durum varsa hemen yasaklanacak. Mesela maşrapacılarla ilgili bir derneğin başkanı hemen reddedebilecek çünkü öyle maşrapa olmaz, hamamcılar kesinlikle eşcinsel ilişkiye girmezler, böyle gider bu. Ardından Abdülkadir Pirhasan’la yapılan röportaj geliyor. Vedat Türkali mi demeli veya? İki çocuk, bir eş, ev, geçim derdi başka çare bırakmıyor, takma isimle yazmaya başlıyor Pirhasan, hayatını öyle kazanıyor. 1959’da bir evcik alabilmiş nihayet, Osmanbey’de altı katlı bir binanın beşinci katına asansörle, geri kalanı merdivenle çıkıyor da varıyor evine, zengin mahallesinde yaşadığı için utanmadığını çünkü elindeki paraya başka ev bulamadığını söylüyor. Pirhasan’a göre sansür sırf eserleri değil de kişileri silmeye başladığında değiştirivermiş ismini, ekmek parası için yazacağı şeylerin kişiliğiyle pek alakalı olmayacağını sezdiği için de iyi bir çareymiş bu. Türk sinemasında özgün eser sayısının azlığından yakınıyor Pirhasan, çoğu senaryonun çalıntı ama Hollywood da çalıp çırpıyor bir yerlerden, çalıp çırpmak normalleşmiş bir güzel. Sonraki yazıda Mahmut T. Öngören işin sansür boyutuna da eğilerek bizdeki devlet abi yüzünden saçma sapan senaryolar yazıldığını, hastalıklı filmler çekildiğini söylüyor, Bülent Habora yasaklı metinlerin yer aldığı listeyi kurcalayınca memlekette sağlıklı pek bir şey olmadığını görüyoruz. Karınca Duası yasak, Çekirge Duası yasak, Mührü Şeref yasak, kartpostallar Rusça, İngilizce, Lehçe vs. yazıldıysa memlekete giremez, güvercin resmi taşıyan kartpostal yasak. Batı Almanya’da basılan kırk dokuz yazı ve resim yasak, Küba’dan otuz küsur eser de yasak. Plaklar, resimler, hadisler, filmler, afişler hep yasak da denetleyecek kimse yok, zaten yasakları sallayan da yok, öyleyse anlamı? Yok, devlet şov yapıyor resmen. Yu Hua anlatıyor işte, Çin’de yasaklanan metinler el altından yayılırmış, isteyen istediğini bulurmuş da özgürlük gelince raflara yığılan kitaplara rahatlıkla ulaşmışlar. Patolojik değil mi ya, dün zararlı olan bir kafa gıdası bugün nasıl yararlı olabilir? Sansürün gizledikleri aslında neyi gizler? İktidarın zayıflığını, çaresizliğini, korkusunu. Sansüre gösterilen tepki büyüdükçe gizlenemez de, açığa çıkar güçsüzlüğü. Böyle bunlar. İnecekleri güne selam verelim artık.
Cevap yaz