Zafer Şenocak – Dünyanın İki Ucu

Anlatıcı, “sahnenin yazarı” bir iki yerde araya girer, Rana herhangi bir erotik hareket yaparsa, cinsel esna yaratırsa anlatıcı oradadır, mesela Rana yüksek topuklu bir ayakkabı giyer, bileği açıktadır, anlatıcı hemen hamle yapar ve ayağı dudağına götürüp bir öpücük kondurur, yetmez, kırmızı cilalı parmak uçlarını ağzına sokar, hazdan titremeye başlar. Hazırdır Rana, otelin nesi, girişindeki o bekleme alanına iner, gözlerini kapıya dikip Cenk’in içeri girmesini bekler. Anlatıcı yine araya girer, yaratıcısı olduğunu söyler Rana’ya, hiç de yalnız değiller. Şehvet ateşi düştüyse anlatıcı sayesinde, köleyle efendinin diyalektiği somutlaştı, anlatıcının söylediklerinin dışında bir gerçeklik yok. Bundan Rana’nın haberi de yok gerçi, bu ne diyalektik, anlatıcı ne yapmak, nereye varmak istiyor, belli ki bu ikisini tokuşturacak çünkü Rana’yı ta Amerika’dan getirdi, on yıldan sonra kadını pek de dönmek istemediği yere getirmek zor oldu ama başardı. Araya hikâyeler kattı, serbest dolaylı anlatımdan çıkıp kendi yorumlarını sokuşturdu, tümsekler oluşturdu ve kimliğini gizledi. Finalde yine araya girer gibi, aslında Rana’nın sözleri değil onlar, üçüncü bir kişiye sorup durmuşlar da öğrenmişler birbirlerinin ne yaptıklarını, on yıl böyle geçmiş, sonra o üçüncü kişi oturup yazmış hikâyeyi. Birinin hatırlamaya çalıştığını diğeri unutmak istemiş o hikâye okunurken, öylesi sancılı bir aşk. Daha da final, son sayfa artık, anlatıcı Cenk ile Rana’nın oyununun orada bitmediğini, hayal âleminde sürdüğünü söylüyor, ikisi de birbirlerinin kimliğinde sürdürecek yolculuğu, bir koku veya tat hemen hatırlatacak ötekini. Anlatıcının gidişat ve karakterleri gözden geçirmek dışında başka bir etkisi olmayacak, oyunu terk etmesinler diye elinden geleni yapacak. Yörüngesinden çıkalım, anlatıcı sade bir aşk hikâyesi anlatmıyor, siyasi suçlu durumuna düşmekten kıl payı kurtulan Rana’nın kovalamacasıyla Cenk’in suya sabuna dokunmayışını kıyaslayarak toplumun iki kutbunu aşk vasıtasıyla birleştirmeye çalışıyor. Bir yanda güvenli evlere sığınıp polisten kurtulmaya çalışan kadının tedirginliği, diğer yanda kıskançlıktan gözü kör adamın fevri davranışları, eh, kadın çareyi sevgilisine haber vermeden kaçmakta buluyor, atıyor kapağı Amerika’ya. İlk bölüm Rana’nın, İstanbul’a gitmesinden kısa bir süre öncesinden başlıyor. Yan hikâyeleriyle birlikte şudur: Son zamanlarda Türkiye’den gelen öğrencilerin gelip kendisini bulmasından son derece dertlidir Rana, akademisyenliği mıknatıs gibi çekmektedir Türkleri, can sıkıcı. Haberleri alıyor onlardan, İstanbul giderek Amerika’ya benziyormuş da hangi Amerika’ya, gökdelenlerin yükseldiği kısmına mı, arabasız bir yere gidilemeyen kısmına mı? Burada Amerika’nın yerleşim yerlerinden sosyolojik bir çıkarım, devam, Rana hemen İspanyolca öğrenip Latin kökenli bir kimliğe bürünmüş ki Türkler ıstırap olmasın ama olmuşlar, en son Meltem yanaşmış. Yirmi bir yaşında, biyokimya okuyacak herhalde, alımlı bir kız ki Rana’yı bağlıyor hemen. İstanbul’a dair hikâyeleri Rana’nın kabuk tutmuş yaralarını açamıyor, kadın çoktan kapamış o kapıları da Meltem çatlatacak az. Öğrencilerin sınırları bulanıklaştırması hem devletler hem cinsiyetler nezdinde bahis konusu, didaktik bölümlerin tümseklerinden bir örnek: “Cinsler arasındaki sınırların flu hale gelmesiyle yok olmaya yüz tutan erkek ve kadın dünyaları gibi, ülkeler arasındaki sınırlar da yoğunlaşan gidiş gelişlerle gevşiyor. Bu durumda sınırda duran kişi nereye ait?” (s. 15) Tümsek, kurgunun dokusunu yırtmıyor da bolartıyor, ölçü makul. Rana’nın üçüncü dünya ülkeleriyle ABD’yi kıyaslaması, yeni bir dil kurarak kendini sıfırdan kurmaya çalışması, Amerikalıların iç çekişmeleri geliyor bunların ardından, Alan Stewart’la Jim Falcon’un kısa çekişmeleri gerginliğin somut hali. Biri solcu, diğeri sağcı, bir partide tartışıyorlar, biri diğerine yumruğu çakıyor, Jim öfkeyle çıkıyor oradan, arabasına atlayıp gaza basıyor ve mopetli çifti görmüyor ne yazık ki, alkollü de biraz. Hapishanede bir iki ziyaret, Rana’nın partnerine hissettikleri çok uçucu olduğu için arkası gelmiyor. Sol kışkırdı, Rana daha bir açıldı Meltem’e, Türkiye’yi ziyaret etmek şarttır artık. Geçmişten sahneler geliyor arada, Cenk kızmış bir kez, nasıl Selma’yla buluşurmuş Rana, kızın başı polislerle dertteymiş, olur şey miymiş, Rana’nın hayatının en güzel dönemi ikisiyle birlikte olduğu zaman ama Cenk sezmiş bir şeyler de arıza çıkarıyor. Sonuçta tatile giriyor okullar, Meltem memlekete dönüyor, Rana da bir gayret atlıyor uçağa, on yıldan sonra ev. Yerleştiği otelden Cenk’i arıyor, çok kısa bir konuşma. Otelin nesi o, resepsiyonda bekliyor Rana, Cenk gelince nefesini tutuyor. Biraz göbeklenmiş, yaşlanmış tabii. Heyecan dorukta, ikinci bölüm Cenk’in açısından görmemizi sağlayacak bunları.

Sevişirler, Cenk otelden ayrılır, on yılın hesabını düşünmeye başlar. Rana basıp gittikten sonra Elif girer hayatına, annesi oğlunu adeta kışkışlamış, kendi hayatını yaşaması için teşvik etmiştir de araba kazasında ölür Elif, Cenk yine annesinin yanına döner ve teselli bulur. Halası Nebahat Hanım bir yan hikâye, çocukken Moda’daki eve çok gitmiştir Cenk, babasının ölümünden sonra sevgiyi hala yüklenmiştir. Güzel anıların dayandığı gerçek acıdır, hala giderek yaşlanmış ve Bursa’da bir huzurevine yerleşmiştir, Cenk o güne dek gidip görmemiştir. Rana gittikten sonra pek bir şey yapmamıştır aslında, iş arkadaşlarıyla birlikte dergi çıkarmaya niyetlenmiştir de adım atamamıştır, âşık olamamıştır, Rana’yla sevişene kadar yaşamamıştır hiç. Bütün yaşamının muhasebesine girişmesi bundan, siyasi mücadelelere neden katılmadığını düşünmemesi neyden, Rana’nın gidişi konusunda duyduğu suçluluktan belki. Avrupa’da okumaya gittiği zaman sanatla ilgilenmiş, bohem ortamlara girip çıkmış ve orada tanıştığı iki arkadaşının başarılarını uzaktan izlemekle yetinmiştir, Rana’nın da elinden kayıp gitmesiyle birlikte yaşamını bir yenilgi gibi görür. Kadınlar geçer gözlerinin önünden, Vera’yla ne kadar geçiciyse o kadar derin iz bırakan ilişkisinde bazı şeyleri tutmanın, korumanın mümkün olmadığını anlamıştır, Elif’in ölümünden sonra eylemlerinin yol açtığı sonuçları da anlamıştır, kısacası Rana’nın gidişine çıkan yolları bir bir düzenleyip sevişmelerinden sonrasına vardırmıştır: ya giderse? Rana’nın tekrar gitmesinden çok korkar ama belli bir adım da atmaz, gündelik işlerinin boğuculuğuna sığınır adeta. Anlatı burada cortlamaya başlar, mesela yetiştirmesi gereken yazıyı yazar Cenk de o nasıl dandik bir yazı, karakterin derinliğiyle uzaktan yakından alakası olmayan bir kadın erkek kıyaslaması. Kadınlar öyle, erkekler böyle, o zaman şu şöyle. Bir arkadaşıyla birlikte çizgi roman hazırlar Cenk, birlikte oturduklarında yaptıkları muhabbetler aşırı tırt, metin dolsun diye konmuş sanki. Diyaloglardan başka anlatıcının kattıkları da var: “Fatih pispis sırıttı. Bazen çizdiği iğrenç tiplere benziyordu. Benzemese olmazdı zaten. Pislik pislikten çıkar. Bok boku doğurur. Sandalyenin arkasında asılı duran sırt çantasından çıkardığı dosyayı açtı.” (s. 128) Yazım hatası olduğu gibi, ayrıca bu Fatih gebeşinin bu kadar detaylı anlatılmasını gerektirecek bir şey yok, Cenk’in ve metnin yaşamında pek bir yer kaplamıyor. Bunlar böyleyken ne oluyor, tabii ki Rana on yıl önceki gibi basıp gidiyor yine, arkasında çok duygulu, kırıklı, üzüntülü bir mektup bırakıyor. Yarım kalmış aşk daha da yarım.

Jonglör çevirebileceğinden daha fazla topu çevirmeye çalışıyor, bazen düşürüyor da eğilip almaya çalışıyor, öyle bir metin. Şenocak’ın Atletli Adam‘ını okumuştum bundan önce, o başarılıydı da bunun pek bir başarısı yok açıkçası, bir daha okuyacağımı sanmam. Ahmet Tulgar Kütüphanesi açılacakmış, oraya saklıyorum bunları.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!